Sandık ve seçimlerin artık iktidarın elindeki en güçlü silah olmadığını biliyorsak eğer, o silahı geri almak için her şeyin yapılacağını da bilmek durumundayız.

Güney seçimleri: Bir prova

Afyon’un Sinanpaşa ilçesine bağlı Güney beldesi, nüfusu 2000’in altına düştüğü için 2012 yılında kapatılıp köy statüsüne geçirilmişti. Güney sakinlerinin yeniden belde statüsüne kavuşmak için başlattıkları mücadele uzun yıllar sonra başarıyla sonuçlandı. Komşu köy Çalışlar ile birleşme referandumunun ardından üç yıl boyunca devam eden hukuki süreçle birlikte Güney yeniden belde oldu ve 6 Haziran’da da seçime gidildi. 

Seçim sürecinde iktidar cenahından ilçeye gidenlerden biri eski bakanlardan Afyon milletvekili Veysel Eroğlu’ydu. Eroğlu burada yaptığı konuşmada halka seslenirken aynen şöyle dedi: 

“Diğer adaylar da gelsinler onları da kucaklayalım. Çünkü bu dava önemli hale geldi, sadece Türkiye'nin gözü değil, bütün dünyanın gözü, Netanyahu'nun gözü bile Güney'de"

Ancak iktidar cenahından beldeye giden tek kişi Eroğlu olmayacaktı. Seçimden bir gün önce, yani geçtiğimiz cumartesi, ne Afyonlu ne de Afyon milletvekili olduğu halde, İçişleri Bakanı da 2000 civarında nüfusu olan Güney’e onlarca araçlık bir konvoyla ve elbette ki devletin olanaklarını kullanarak gitti ve seçim mitingi yaptı.

Bakan konuşmasının bir yerinde şöyle diyordu: 

*Size bir şey söyleyeyim mi? Ama başkaları çatlayacak, kıskanacaklar göreceksiniz. Temmuz ayından itibaren benim ülkemin ekonomisi öyle bir atağa kalkacak ki, öyle bir sıçrayacak ki, öyle bir büyüyecek ki etrafımızdaki Almanya'sı da, Fransa'sı da, İngiltere'si de, İtalya'sı da, hele o her şeye burnunu sokan Amerika'sı da çatlayacak, patlayacak. Hazır mıyız buna?”

Ertesi gün seçimler yapılırken müşahitlik tartışmasıyla başlayan kavga üzerine jandarma seçimin yapıldığı okul bahçesini boşalttı ve seçmenleri onar kişilik gruplar halinde okula aldı, oylama işlemi böyle gerçekleşti.  

İktidar partisinin adayının kazandığı seçimlerin ardından Gelecek Partisi’nin yerel yöneticileri tarafından yapılan açıklamalarda, jandarmanın iktidarın kolluk kuvveti gibi hareket ettiği, muhalefet partisi mensuplarına kötü muamelede bulunduğu, jandarmanın silahlarla koridorlara hatta seçim sandıklarının olduğu odalara girdiği ve AKP’li Meclis üyelerinin yaşlı kadınların yanında oy kabinine girip onların yerine oy kullandığı iddia edildi.  

Gelecek Partisi Seçim ve Hukuk İşleri Başkanı Ayhan Sefer Üstün ise yaşanan olaylarla ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle dedi: 

“Jandarmaya taraflı tutumu hatırlatıldığında muhalif parti adaylarını ve müşahitlerini itme, kakma, yere yatırma ve biber gazı sıkma suretiyle orantısız güç kullanmıştır. Korku iklimi yayarak Güneyli seçmenin iradesine müdahale edilmek istenmiştir. Demokrasimizi yaralayan bu tür gayri hukuki müdahaleleri reddediyoruz.”

2000 nüfuslu küçücük bir yerleşim yerindeki seçim sonuçlarını alıp bütün Türkiye’ye uyarlamak elbette ki doğru olmaz. Güney’e baktığımızda görmemiz gereken de bu değildir zaten. Ancak görmemiz gereken çok daha başka ve çok daha önemli bir şey vardır: Güney seçimlerinde yaşananlar, İçişleri Bakanı’nın devlet olanaklarını kullanarak miting yapmasından jandarmanın iktidarın kolluk kuvvetiymiş gibi hareket ettiği yönündeki iddialara uzanan bir genişlikte, iktidarın gelecek seçimlerde izleyeceği yöntemin bir provası ve yaşanacaklara dair bir ipucu olarak görülmelidir. 

Son yirmi yılda iktidarın elinde tuttuğu en büyük silah olan sandığın artık o niteliğini yitirmeye başladığı zamanlardan geçiyoruz, çünkü iktidar ülkeyi soktuğu krizle birlikte kendi tarihinin de en büyük krizini yaşıyor. 

Bu krizin bir boyutunda pandeminin de etkisiyle giderek derinleşen ekonomik krizin toplumun geniş kesimlerinde yarattığı öfke var. Yüksek işsizlik, yüksek faiz, yüksek enflasyon ve bunların hepsinin toplamından oluşan devasa bir yoksulluk tablosuyla karşı karşıyayız. Bu tabloya yönelik öfke toplumun muhalif kesimlerinde yaygınlaşmıyor sadece, artık iktidarın tabanına da sirayet ediyor ve henüz yığınlar halinde bir kopuş söz konusu değilse de her şeyin eskisi gibi olmadığına yönelik işaretleri görebiliyoruz.  

Krizin diğer bir boyutu dış politikayla ilgili. İktidarın yeni-Osmanlıcılık hayalleri Türkiye kapitalizminin kırılganlığı ve emperyalist merkezlere bağımlılığı hakikatine çarpıp tuz buz olmuş durumda. Bu nedenle de rejimin tepeden tırnağa bütün kadroları ayın 14’ündeki Biden görüşmesini her türlü tavizi verebilecek ve neredeyse her şeye “tamam” diyebilecek bir ruh hali içerisinde bekliyorlar. Ekonominin içine düştüğü bataktan çıkışını da bu görüşme ve sonrasında yaşanacak gelişmelerde görüyorlar. 

Ve diğer bir boyutta ise Peker videolarının yarattığı deprem bulunuyor. Ekonomik krizle birlikte küçülen rant pastasının bölüşümüne dair kavga, Peker’in videolarında isim isim ve olay olay ete kemiğe büründükçe, devleti parsel parsel bölüşen klik ve hizipler arasındaki kriz de derinleşiyor. Bunlar, rant pastasını bırakmamak için “ortak düşman”a karşı bir arada dursalar ve birbirlerine destek açıklamaları yapsalar da, pastadan aldıkları dilimi büyütebilmek ya da en azından koruyabilmek adına, alttan alta birbirleriyle kıran kırana ve yeni krizleri tetikleyecek bir mücadele vermeye devam ediyorlar.

İşte bu kriz tablosu iktidarın şimdiye kadar en güçlü olduğu yeri ve en garanti olarak gördüğü şeyi, yani sandığı ve seçimleri artık öyle olmaktan çıkarmış durumda. Bu nedenle de erken seçim çağrılarına kulak tıkanıyor ve seçimlerin zamanında, yani 2023 yılında yapılacağı ısrarlı bir şekilde vurgulanıyor. Bu ise elbette ki seçime yönelik olgunlaştırılmaya çalışan planın bir parçası. 

Bir yandan ekonomik krizin etkilerinin hafifleyebileceği ve Batıyla ilişkilerin düzeltilebileceği bir konjonktürün, öte yandan ise HDP’nin kapatılması, seçim yasasının değiştirilmesi ve belki de birtakım ayak oyunlarıyla ülkenin bir anayasa referandumuna götürülmesi sonrasında gidilecek bir seçimin hesapları yapılıyor. 

Peki iktidar kendi tarihinin en büyük krizini yaşarken nasıl oluyor da hala oyun kurucu bir aktör olarak hareket edebiliyor? 

Bu sorunun yanıtı ise elbette ki muhalefetin izlediği siyaset tarzından kaynaklanıyor. 

Seçime kadar ittifakların hiçbir şekilde bozulmaması ve bunun için de denkleme yeni bir faktörün dâhil olmaması, gidişatta radikal bir değişiklik yaşanmaması üzerine kurulu bu tarz, Peker videolarına yönelik son tepkinin de gösterdiği üzere, “düşük yoğunluklu” bir karakter taşıyor. 

Toplumsal muhalefetin herhangi bir şekilde yükseldiği, sokağın bir seçenek haline geldiği, halkın sandığı beklemek yerine olan bitene yönelik öfkesini anayasal ve demokratik haklarını kullanarak göstermeyi seçtiği bir atmosfer, bu tarz tarafından hiçbir şekilde tercih edilmiyor. 

Bu da doğal olarak iktidar partisinin belki eskisi kadar güçlü olmasa da yine de siyasal alanı kontrol edebilmesini ve hamleler yapabilmesini beraberinde getiriyor. 

Güney seçimlerinin ise sonuçları itibariyle değil ama süreç olarak yakın gelecekte yaşanacakların bir provası olarak görülmesi gerekiyor. Sandık ve seçimlerin artık iktidarın elindeki en güçlü silah olmadığını biliyorsak eğer, o silahı geri almak için her şeyin yapılacağını, gidişatın tam olarak oraya doğru olduğunu da bilmek durumundayız. 

Peker’in videolarından ortaya saçılan lağımın ortasında dahi, hiçbir şey yapmaksızın koşulları ve zamanı belirsiz bir seçimi beklemenin, sırf adet yerini bulsun diye düşük perdeden “erken seçim” çağrılarında bulunmanın ve “helalleşme” diyerek “devri sabık yaratmayacağız” mesajları vermenin bizi götüreceği bir yerin olmadığı ise açık. 

Zaman, evde oturup mafya videoları izleyerek sandığı ve seçimi beklemenin dışında da yapabileceğimiz şeyler olduğunu fark etme zamanı.