Yapmak istedikleri şey, bizi sokağa dökmek değil, ne yaparlarsa yapsınlar sokağa çıkamayacak, ses çıkaramaz hale getirmektir ve esas görülmesi gereken tam olarak budur. 

'Bizi sokağa dökmek istiyorlar'

Türkiye’de yönetici sınıfla yönetilenler arasında adeta yazılı olmayan bir “sandık mutabakatı” mevcuttur. Çok partili hayata geçişle birlikte, yönetici sınıf demokrasiyi sandığa indirgemiş, yönetilenler ise belirli aralıklarla sandığa gidip oy vermeyi temel siyasi faaliyet olarak benimsemiştir. 

Bu mutabakatın 1950 seçimleriyle başladığı söylenebilir. Çok partili hayata geçilmesinin ardından, ilkinde değil ama ikincisinde gerçek anlamda “serbest” seçimler yapılmış, seçim sonuçları tanınmış ve iktidar, devleti kuran partiden muhalefetteki partiye, CHP’den DP’ye, “yumuşak” bir şekilde geçmiştir. 

1950’den sonra yapılan seçimler de iyi kötü “serbest” denilebilecek bir ortamda yapılmış, seçim sonuçlarını değiştirecek ölçüde büyük hileler söz konusu olmamış, seçim sonuçlarını tanımadığını ilan edip koltuğu devretmeyen bir isim ve partiyle karşılaşılmamış, seçimlerden sonra da öyle ya da böyle hükümet kurulması başarılmıştır. 

Sözünü ettiğimiz mutabakat sayesinde, darbeciler bile ilanihaye ülkeyi yönetmek gibi işlere girişmemiş ve düzenin konjonktürel olarak ihtiyaç duyduğu değişiklik ve düzenlemeleri yaptıktan sonra eninde sonunda çok partili hayata dönmek zorunda kalmışlardır. 

Kuşkusuz bunlar “övgü” değil “tespit” cümleleridir. Türkiye’de düzen, hem kapitalist bloğa eklemlenmenin biçimi ve koşulları nedeniyle hem de seçimlerin beraberinde getirdiği siyasal katılımın -bu katılım sınırlı olsa da- geniş kitlelerin rızasını tesis eden bir hegemonya aracı olduğunu fark ettiği için, buna uygun bir şekilde hareket etmiştir. Esas olarak mesele budur. 

Seçim ve sandığın geride kalan on dokuz yılda AKP’nin elindeki en büyük silah olduğu açıktır. AKP döneminde toplum amiyane tabirle “seçim manyağı” yapılmış, genel, yerel, referandum, cumhurbaşkanlığı derken ortalama her seneye bir seçim düşmüştür. AKP girdiği genel seçimlerin hepsinden birinci parti olarak çıkmıştır, oylamaya sunduğu referandumları kazanmıştır, gösterdiği adaylar, yani önce Gül ve sonra Erdoğan, cumhurbaşkanı seçilmiştir. 

Öte yandan Gezi isyanının ve AKP-Cemaat koalisyonu içerisindeki kavganın hemen üzerine gelen 7 Haziran seçimleri ile ekonomik krizin belirleyiciliğindeki bir konjonktürde yapılan 2019 yerel seçimlerinde ortaya çıkan sonuçlar, iktidar partisinin sınırlarının ve yenilebilirliğinin göstergeleri olmuştur. Bugün gelinen noktada ise derinleşen ekonomik krizle hegemonya krizi iç içe geçmeye başlamıştır ve halen anketlerde birinci parti olarak görünse de, seçimler iktidarın elindeki en büyük koz olma niteliğini yitirmek üzeredir. 

İktidar partisinin elindeki en büyük kozu yitirmek üzere olduğu açıktır ama tam olarak bu noktada görülmesi gereken, görülmediği takdirde ise yapılacak bütün analizleri ve projeksiyonları boşa düşürecek bir şey vardır: Rejim inşa eden bir parti olarak AKP, kendisinden önceki iktidarlardan farklı olarak, yukarıda sözünü ettiğim “sandık mutabakatı”nı bozmaya yönelik bir son derece güçlü bir “eğilim”e sahiptir.

Bu eğilimin işaretlerini hemen hatırlayalım. Birincisi, Türkiye 2017 yılında, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için yapılan referanduma, elbette ki muhalefetin esaslı bir itiraz geliştirmemiş olmasının da büyük katkısıyla, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal sona erdirilmeden, yani bir “ara rejim” koşullarında götürülmüştür. Yapılan referandumda sonuçları etkileyebilecek ölçüde mühürsüz oy kullanılmış ama YSK bu oyları da geçerli saymış, muhalefetin sonuçlara itiraz anlamına gelebilecek bir şey yapmamasıyla birlikte rejim değişikliği anayasal statüye kavuşturulmuştur. 

İkincisi, 7 Haziran seçimleridir. AKP, sandıktan tek başına hükümet kuramayacağını anladığı bir sonuç çıktığında, bir koalisyon hükümeti kurmaya yanaşmamış, muhalefet partilerinin koalisyon kurmasını bloke etmiş ve ülke “savaş konsepti”nde bir tekrar seçime götürülmüştür. Suruç’tan 10 Ekim’e, o kanlı konsept bağlamında tanıklık ettiklerimizin vardığı yer ise 1 Kasım seçim sonuçları olmuştur.

Üçüncüsü İstanbul seçimleridir. İstanbul seçimleri hiçbir somut kanıt ve hukuki gerekçe gösterilmeksizin iptal edilmiş, muhalefet ise hiçbir şey olmamış gibi ikinci kez seçime gitmeyi kabul etmiş ve başka seçimlerin de benzer bir şekilde iptal edilmesinin önü açılmıştır. Neyse ki bu kez plan işe yaramamış ve ikinci kez gidilen sandıktan istenilen sonuç çıkarılamamıştır. 

“Sandık mutabakatı”nı bozmaya yönelik bu eğilim, iktidar partisinin rejim inşa eden ve bunun için de devletleşen doğasından kaynaklanmaktadır. Kendisinin ve gayri resmi koalisyon ortağının oylarının düştüğü ve bu düşüş trendinin kolay kolay geri döndürülemeyeceğinin görülebildiği bir konjonktürde, bu eğilimin güçlenmesi ise kaçınılmazdır. 

Deniz Poyraz’ın katledilmesinin ardından çoğu kişinin aklına gelen ilk şeyin 7 Haziran-1 Kasım süreci olması tam olarak bu nedenle şaşırtıcı değildir. Ancak şaşırtıcı olan bir şey vardır: Gidişatın nereye doğru olduğu görülebilmesine rağmen, bu tür olaylara “bizi sokağa dökmek istiyorlar, sokağa çıkarsak hepimizi öldürürler, aman oyuna gelmeyelim” şeklinde tepki vermeye yönelik bir tutum giderek güçlenmektedir. 

Memlekette sanki birkaç ayda bir eylemlere, ayaklanmalara, isyanlara tanıklık ediliyormuşçasına ve çok ciddi bir protesto kültürü ile güçlü bir toplumsal muhalefet varmışçasına,  infial yaratma potansiyeli olan her hadisede ilk telaffuz edilen cümlenin “bizi sokağa dökmek istiyorlar” olması trajikomik olduğu kadar rasyonellikten de uzaktır. 

Rasyonellikten uzaktır, çünkü kimsenin bizi sokağa dökmek istediği falan yoktur. İsteseler bunu zaten birtakım toplumsal hassasiyetleri kaşıyarak son derece kolay bir şekilde yapabilirler. Yapmak istedikleri şey, bizi sokağa dökmek değil, ne yaparlarsa yapsınlar sokağa çıkamayacak, ses çıkaramaz hale getirmektir ve esas görülmesi gereken tam olarak budur. 

“Bizi sokağa dökmek istiyorlar” cümlesinde somutlaşan muhalefet tarzı rasyonel olmadığı kadar tutarsızdır da. Çünkü bu eğilimin taşıyıcıları, kendi vatandaşlarını birtakım provokasyonlarla sokağa döküp öldürebileceğini söyledikleri bir iktidarın ülkeyi neden serbest seçimlere götüreceğine ve neden yenilgiyi ve barışçıl bir geçişi kabul edeceğine dair soruya herhangi bir yanıt verememektedirler. 

Daha da somutlaştıralım: Eğer Türkiye önümüzdeki seçimlere de 7 Haziran-1 Kasım sürecine benzer bir şekilde götürülecekse ve sandıktan 1 Kasım’ın aynısı bir sonuç çıkarılacaksa, hiçbir şey yapmaksızın ne tarihi ne de şartları bilinen bir seçimi beklemenin mantığı nedir? 

Bu rasyonel olmayan ve tutarsız bakış açısı, sokağı öcüleştirerek korku iklimini büyütmekten ve umutsuzluğu yaymaktan başka bir işe yaramamaktadır da üstelik. Bunu ise “sokak” sözcüğünü sürekli “dökülmek” sözcüğü ile yan yana telaffuz ederek, yani sokağa sadece bir provokasyon neticesinde, kendiliğinden ve bilinçsiz, plansız, programsız bir şekilde çıkılabileceğini söyleyerek yapmaktadır. 

Oysa insanlar sokağa sadece “dökülmez”, daha önceden belirlenmiş, güvenliği sağlanmış, hedefleri ve talepleri belli bir şekilde de sokağa çıkılabilir ve provokasyonlara izin verilmeksizin, grevler, eylemler, boykotlar, mitingler düzenlenebilir. Bunlar ise bırakın radikal ya da maksimal işler olmayı, asgari bir muhalif siyasetin normal gerekleridir.

Velhasıl, eğer karşımızda “sandık mutabakatı”nı bozmayı düşünen ve bunun işaretlerini veren bir iktidar varsa, yapılması gereken, demokrasiyi sadece sandıktan ibaret görüyor olsanız dahi “bizi sokağa dökmek istiyorlar” diyerek oturup seçimleri beklemek değil, sandığı korumak için şimdiden adımlar atmaktır. Çünkü sandığı korumak, seçim günü oy verme ve sayma işlemlerinin düzgün yapılmasından ibaret değildir; seçimlerin gerçekten “serbest” olarak yapılmasını sağlayacak toplumsal bir basınç yaratmaktan halk iradesini tanımamanın sonuçlarının neler olabileceğini göstermeye varan bir genişlikte, uzun ve zorlu bir süreçtir.