Burayı gören, emekçi sınıfların buradan yükselecek öfke ve hoşnutsuzluğu politize edebilen bir sol siyaset, topluma yeniden sokağı hatırlatabilir, statükoyu sarsabilir, taşları yerinden oynatabilir.
Düşmanın en tehlikeli olanı kendisini objektif, tarafsız, nesnel, bilimsel diye sunandır. Bunların ekonomist olanları size mütemadiyen ve uzun uzun ekonomi biliminin rasyonel kurallarından, kaynakların kıtlığına mukabil ihtiyaçların sınırsızlığından, ekonominin müdahale edilmediği sürece kendiliğinden dengeye geleceğinden, piyasanın gizli elinden, piyasa ekonomisinin faydalarından, insanın özü itibariyle bencil olduğundan, faizlerin artırılması zorunluluğundan, ücretlerdeki artışın enflasyona yol açacağından, acı ilacı içme mecburiyetinden, enflasyonla mücadele etmek için hepimizin fedakârlık yapması, kemer sıkması gerekliliğinden söz ederler. Kendilerinin söyledikleri bilimseldir, buna itiraz edenler ise dünyaya ideolojinin gözlüğüyle bakmaktadır. Kendileri rasyoneldir, karşısındakiler ise popülizm yapmaktadır. Kendileri gerçekçidir, onun gibi düşünmeyenler ise romantik hayalperestlerdir…
Bunlar her asgari ücret artışı dönemi geldiğinde “asgari ücrete zam yapmayın” diyemedikleri için “maaş zamları enflasyonu artıracak, enflasyon da maaşları eritecek” diye feveran ederler, enflasyonun faturasını bizzat enflasyonun yoksullaştırdığı emekçi halkın üzerine yükledikleri gibi bir de enflasyonla mücadele için ondan fedakârlık beklerler. Enflasyondan kurtulmak için acı ilacı içmemiz, kemerlerimizi sıkmamız, sabretmemiz gerekmektedir. Çünkü enflasyonla mücadele zorlu bir süreçtir, hemen sonuç almak mümkün değildir, sonuç alındığında ise bu hepimiz için iyi olacaktır.
Muhalifliği kendinden menkul olan ve aslında sömürü düzeninin en işe yarar aparatı işlevini gören, kitlelerin düzene yönelik rızasını yeniden üreten, onları “ekonomi biliminin rasyonel kuralları” karşısında hizaya dizen, alık muhalifleri kafalayarak onlara hangi sınıfa mensup olduklarını unutturan bu tür figürlerin en popülerlerinden biri, geçtiğimiz günlerde enflasyonu kansere, faiz artışlarını da kemoterapiye benzeterek “kendimiz ettik, kendimiz bulduk, şimdi buna katlanacağız” diyor ve Mehmet Şimşek programına en başından beri verdiği desteği devam ettiriyordu.
Peki oradaki “biz” kimdi, neden kendimiz etmiş ve kendimiz bulmuştuk, ne yapmıştık mesela? Enflasyondaki artışa yol açan politikalar da enflasyonla mücadele programı da eninde sonunda hepimizi aynı şekilde etkilemiyorsa, yaşanan bölüşüm kriziyle birlikte zenginler daha da zenginleşip yoksullar daha da yoksullaştıysa ve acı ilaç şimdi bir kez daha halka içiriliyorsa, neden “biz”den bahsediyorduk?
Enflasyonun düşüklüğü, yüksekliği, enflasyonla mücadele yöntemleri, rasyonel denilen tercihler, bilimsel denilen uygulamalar, bunların hepsi eninde sonunda sınıfsaldır; çünkü ekonomi eninde sonunda üretilen zenginliğin nasıl bölüşüleceğine ilişkindir. Sermayenin temel içgüdüsü ise hep daha fazla kâr elde etmek, yani üretilen zenginliğin daha büyük kısmını ele geçirmektir. Kapitalist devlet de bunun için vardır; devlet sermayenin uzun vadeli çıkarlarını garanti altına alır, izlediği politikaları buna göre belirler.
Dolayısıyla “biz” bir palavradan ibarettir; emekçilerin, yani çoğunluğun ürettiği zenginliğe küçük bir azınlığın el koyduğu, azınlığın çoğunluğu sömürdüğü, enflasyonun da verginin de asıl yükünü emekçilerin sırtlandığı, sermaye sınıfına ise her türlü imtiyaz ve istisnanın tanındığı bir düzende “biz” olmaz, olamaz.
Velhasıl, zenginliği bölüşürken adil olmayanların ve “biz”den söz etmeyenlerin, iş faturayı ödemeye gelince “biz” demeye başlamaları en hafif tabirle sahtekârlıktır, üçkâğıtçılıktır.
4 Aralık Pazartesi günü TÜİK resmi enflasyonun yüzde 61.9’a ulaştığını açıkladı; yani fiyatlar genel düzeyinin geçen yıla kıyasla yüzde 62’ye yakın arttığını söyledi. Kuşkusuz herkes bu resmi enflasyonun ötesinde gerçek enflasyonun ne olduğunu biliyor, özellikle gıda enflasyonundaki durumu bütün yakıcılığıyla yaşayarak görüyor; dahası gelir düştükçe enflasyon da daha sert hissediliyor. Yani enflasyonun hayatlarımız üzerindeki etkisi dahi sınıfsal, zenginin enflasyonu ile yoksulun enflasyonu aynı değil.
Enflasyonun bu seviyelere gelmesi ise hiç de yukarıda sözünü ettiğimiz holding profesörlerinin iddia ettiği gibi iktidarın beceriksizliğinin, iş bilmezliğinin sonucu değil. Bilakis, enflasyon daha önce defalarca söylediğimiz üzere bile isteye fırlatıldı. Faizlerin aşağı çekilip kurun yukarı hareketlendirilmesinin nedeni hem patronlara ucuz kredi sağlamak hem de emek maliyetlerini döviz bazında aşağı çekmekti, buna yüksek enflasyonun eşlik etmesi ise kaçınılmazdı. Yani enflasyon, çarkların döndürülmesi ve yoksuldan zengine bir servet transferi gerçekleştirilmesinin doğal bedeli olarak görüldü. Bunun sonunda da ortaya bir “bölüşüm şoku” çıktı, işsizlik belli bir seviyede tutulabildi ama halk çok hızlı bir şekilde yoksullaştı, gelir dağılımı alt üst oldu.
Ancak bu politika sürdürülebilir değildi; çünkü sonuç sadece enflasyon olmadı, Merkez Bankası’nın rezervleri de bu süreçte hızla eridi, döviz yokluğu ve ödemeler krizi kapıya dayandı. İşte o noktada geri adım geldi, Erdoğan nası falan unuttu ve Mehmet Şimşek’le Gaye Erkan’ı göreve çağırdı. Nasa değil ama neoliberalizme iman etmiş bu ikilinin elindeki reçetenin ne olduğu ise belliydi: Enflasyonla mücadele için talebin kısılması gerekiyordu, bu da acı ilacın halka içirilmesi, halkın kemerlerini bir kez daha sıkması anlamına geliyordu.
Bu nedenle faizler hızla yükseltildi, vergiler hızla artırıldı, enflasyon geçici olduğu düşünülen bir süreliğine körüklendi ve tüm bunların toplamı olarak halkın reel alım gücü bir kez daha azaldı. Yani çarkların dönmesi adına enflasyon serbest bırakıldığında da olası bir döviz krizine karşı enflasyonla mücadele kararı alındığında da kaybedenler hep emeğiyle geçinenler, emekçiler oldu.
Bugün gelinen noktada, enflasyonla mücadele adı altında halkın yoksullaştırılmasına yönelik bu politikaların daha da derinleştirileceği anlaşılıyor. Enflasyonun yüksek seyrinin önümüzdeki yıl da devam edeceği ortadayken Erdoğan’ın asgari ücrete artık senede bir kez zam yapılacağını söylemesi tam olarak bununla ilgili. Enflasyondaki hızlı artış nedeniyle senede iki kez yapılmaya başlanan zam artık bir kez yapılacak ve böylece zaten açlık sınırındaki asgari ücret 2025 yılının Ocak ayına kadar çoktan eriyip gitmiş olacak.
Bu ise bir yandan sermayenin “hedef enflasyona göre ücret” hayalinin önünü açacak, öte yandan da bu vesileyle memur ve emekli maaşlarının yılda sadece bir kez artması gündeme gelecek. Dahası ülkedeki çalışan nüfusun önemlice bir bölümü asgari ücret seviyesinde çalıştığı için özel sektördeki zam artışları da buna uygun bir seyir izleyecek.
Velhasıl, 2024 yoksulluğun katmerlendiği bir yıl olacak ama sadece bu değil. İzlenen faiz artışı ve parasal sıkılaştırma politikalarının neticesi olarak çarklar yavaşlayacak ve bu da beraberinde hızlı işten çıkarmaları ve işsizlikteki artışı getirecek. Bunun sinyalleri daha şimdiden gelmeye başladı bile; hem büyüme oranları hem sanayi ve ihracat endeksleri gidişatın nereye doğru olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Yani Türkiye ekonomisi yüksek faizi, yüksek enflasyonu ve yüksek işsizliği bir arada yaşayacak, sömürü de yoksulluk da sefalet de katmerlenecek.
Tüm bunları niye anlatıyorum peki? Ah vah etmek, enseyi karartmak, öldük, bittik, mahvolduk demek için değil elbette.
2024 AKP’nin üzerinde yükseldiği ana kolonların, yani düşük faizin, düşük enflasyonun, düşük işsizliğin bir bütün halinde çatırdamaya başladığı, buradaki çatırdamanın bütün toplumu sarstığı bir yıl olacak. Evet ülkede emek örgütsüz, evet sendikalar güçsüz, bir kısmı da satılmış ama bu kolonların çatladığı bir toplumun ilanihaye suskun kalma, ses çıkarmama ihtimali bir hayli zayıf.
Burayı gören, emekçi sınıfların buradan yükselecek öfke ve hoşnutsuzluğu politize edebilen bir sol siyaset, topluma yeniden sokağı hatırlatabilir, statükoyu sarsabilir, taşları yerinden oynatabilir. Türkiye’de siyaset sınıfın yokluğunu, sınıfın eksikliğini yaşıyor, başımıza ne geliyorsa da bu yüzden geliyor. Sınıfın bir kere sahneye çıkması durumunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmek için ise kâhin olmak gerekmiyor.