Yok Edilemeyen Siyah Civciv

Filmini görmediyseniz de, Onat Kutlar'ın yazısından bilirsiniz hepiniz, "Balyoz"u. Hani "standartlara uygun" civcivlerle, "uyumsuz"ların ayrıştırıldığı bir döner bant vardır. İstenilen nitelikteki civcivler piyasada değerlendirilmek üzere itinayla alınır, "aykırı", "bozuk" olanlar, o bantta bırakılır, banttan yuvarlandıkları varillere tıkılır ve üzerlerine inen balyozla ezilirler. Bir haşarı siyah civciv de vardır aralarında. Hep bandın akış yönünün tersine koşar inatla. İterler, direnir. Atarlar, tutunur. Sonunda onu da varile atmayı başarırlar. Ve balyoz iner. Artık her şeyin bittiği, onun da yenildiği düşünülürken, ezilmiş civcivlerin, kırılmış kabukların arasından bir şeyin kıpırdadığı, o "aykırı" civcivin başını çıkardığı, varilden kurtulup güneşe doğru koşmaya başladığı görülür.

Kutlar, filmin Yugoslav yönetmeni İliç'le bir sohbetlerini de aktarır. Siyah civcivin, bantta ters yöne koşmasını nasıl sağladıklarını sorar. Oyunculardan biri, çekim öncesinde civcivi elinde tutmuştur bir süre. Civciv, o insan sıcağına doğru gidiyordur hep.

Nereden çıktı şimdi bu bilindik şeyden söz etmek? Yok edilemeyen, "kurallara aykırı" siyah civcivin insan sıcağına koşmasına, geçen hafta Türkiye Komünist Partisi'nin 9. Kongre Türkiye Konferansı'nda bir kez daha tanık olduğum için. Nihat Behram'ın dizelerinin, bir varile inen balyoz darbelerinin yarattığı atmosferle "isyan et!" çığlığının, siyah civcivin başını kaldırdığında yaşanan depremle nasıl benzeştiğini düşündüğüm için. Paraya pula tahvil edilemeyen değerlerin, insan sıcağının bayraklaştığını gördüğüm için. İnen balyozlara nanik yapmanın, "hodri meydan" çekmenin keyfi, varile tıkılamama inadı, "buradayız!" gururu yüzünden.

88 yaşındaki bir partinin, 29 yaşında bir genel başkanı olması, gençleşmeye değil, hep genç kalmışlığa, akıp gelmişliğe delil olduğu için, uyumsuz bir civcivin, zaptedeceği güne kadar güneşe, yeryüzünü ısıtana kadar insan sıcağına koşusunu sürdüreceği taahhüt altındadır. Yukarıda sayılanlara, bir de bu iç rahatlığını ekleyin...

Kutlar'ın yazısının bir de "özgürlük" kısmı vardı. Onu da bu topraklarda resmetme uğraşı sürdüğünden, bu fasılı burada bırakalım şimdilik, işimize bakalım.

* * *

Haftalık soL dergisindeki "Solabakan"da Brecht'i yazmaya çalıştım. Ama hep, bir şey alttan alta dürttü beni, ne yalan söyleyeyim. Yıldönümlerinin özellikle yuvarlak rakamlara denk düştüğü koşullarda, olaylar ve kişiler hakkında bir curcunadır kopar. Brecht 100 yaşına bastığında da böyle olmuştu. Ortalığı incelemeler, anılar kaplamış, bazıları, huyları kurusun, Nâzım'a yaptıkları gibi, lafı döndürüp dolandırıp Brecht'in aşk hayatına getirmiş, "insan yönünü anma" görüntüsü altında, akıllarınca "harcamaya" girişmişlerdi. Bunda şaşılacak bir şey yoktu, ama asıl rahatsız eden, bu "yüklenme"lere karşı, "inkârdan gelici" bir savunmaya girişilmesiydi. Halbuki bu, ters yönden dolaşıp, aynı noktada çakışılması demekti. Sanki Brecht'i Brecht, Nâzım'ı Nâzım yapan temel unsur buymuş da, varlığı ya da yokluğu aman aman bir belirleyicilik taşırmış gibi. O zaman böyle düşünmüş, yüksünecek bir şeyimiz olmadığını, bir "halt etmişsek", boynumuzda taşımaktan beis duymayacağımızı anlatmaya çalışan birşeyler karalamıştım. 111 yaşına giren Brecht'i anarken, bir kez daha paylaşmak istedim.

* * *

Kin-jeh ile Lai-tu, bir de Tristan

Evvel zaman içinde, Vali Corç Abaşvili'nin saltanat sürdüğü, nâmı "Lanet" bir kentte, hizmetçi Gruşa, bir balıkçıdan duymuştur gelecek afatın alametini: Başkentin üstünde al kuyruklu bir yıldız belirmiş! Tutmuştur kehanet. Kopan isyan, Vali'nin kafasını bir mızrağın ucuna püskül, karısını canının derdine düşmüş bir kaçak yapmakla kalmamış hizmetçi Gruşa'yı da bebek Abaşvili'yle baş başa bırakmıştır. İsyancı prenslerin öldürmek için aradığı soylu bir bebek ve ateşe verilmiş kenti terk etmeden önce, bir kez daha bu bebeğin yüzüne bakmak için duraklayan bu duraklamayla da, "Kafkas Tebeşir Dairesi"nin merkezinde süren maceraya atılan zavallı hizmetçi Gruşa. Tam dış kapıdan sıvışıp gidecekken, duyduğu, belki de duyduğunu sandığı bir ses, yardım isteyen bir çocuk sesi, ya da bir su sesi duraklatmıştır onu: "Biri yardım ister de senden, kulak asmazsan ona/Gel der de sana, el uzatmazsan muhtaca/Oynaşının çağrısını da gayrı duyamayacan/Şafak vakti öten bülbülün sesine de sağır olacan/Paydos vakti, kan-tere batmış işçi, zili işittiğinde/Nasıl 'ohh' der, işte o sese de yabancı kalacan!"

Neler diyor bu "ses" böyle? Kimi Brecht yorumcularının, bu sözleri "dilenci bedduası" derekesine indirecek, Gruşa'nın duraklamasını da cahil köylünün batıl inançlarından kaynaklanan korku olarak değerlendirecek "derinlikte" olduklarını biliyoruz. Ama, son yıllarda iyice cıvıklaşmanın, belkemiğini yitirmenin, uzlaşma arayışının nişanesi olan bir sözü şiddetle reddedenlerden olduğumuz için, bu yorumu, "her fikre saygımız var" diye karşılayacak değiliz. Başına ne kadar yüceltici sıfat eklenirse eklensin, Brecht'i bir "oyun yazarı" epik/diyalektik "tiyatro ve estetik kuramcısı" "şair" "yazar" yabancılaştırma efektleri "uygulayıcısı" türünden bir dizi tumturaklı çerçeveye hapseden yorumlar bizden ırak olsun. Aman, bizden ırak olsun, bir karşı uca savrulup Brecht'i tek boyutluluğa indirgemek de. Ama, herkes her konuda bir şeyin altını çiziyorsa, unutturulmak istenenlerin, gözlerden gizlenmeye çalışılanların altını çizmek de, "sığlıkla itham edilme riski"ne karşın, boynumuzun borcu.

Brecht, elbet yukarıda sıralananların hepsi ve çok daha fazlası. Elbet, bütün bu yönleriyle derinlemesine incelenmeli. İncelenmeli de, yaratıcılığının kaynaklarına ve yaratıcılığını ne için kullandığına bakmadan, Brecht görülebilir mi? Bertolt Brecht, beynini ve kalemini, bunların eşiti olarak hayatını, sınıf mücadelesinin proletarya cephesine adamış bir sosyalisttir. Bir tesviyeciyle, badanacıyla, elektrikçiyle, "epik tiyatro kuramcısı", devrimcilik ortak paydasında buluştuğu andan itibaren, yalnızca iştigal alanları farklı, aynı insanlar olurlar Brecht'e göre. Brecht de, her anlamda "sırmaları, apoletleri olmasa da" sevilecek omuzlarını sokmuştur davanın altına, "işte mesele bu"dur.

Ve bu meseleyi göremezseniz, Gruşa'ya "seslenen ses"in, beddua etmediğini, hayatın bütün sevinçlerine sahiplenmenin formülünü fısıldadığını anlayamazsınız. Oyunun, üretim ilişkilerini, mülkiyet ve emek sorunsalını açıkça taraflı bir biçimde irdelediğini perdelemek zorunda kalırsınız. Başka bir deyişle, Brecht'i anlayamaz ve anlatamazsınız. Burada biraz duralım...

"Avrupa'da bir heyula (Ein Gespenst) kol geziyor -Komünizm heyulası" cümlesindeki bariz keyifle açılan Komünist Partisi Manifestosu'nun yayınlanıp ellerde dolaşmaya başlamasıyla, üzerinde "Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet" yazan ve kısa zamanda bütün Avrupa'da dalgalanacak olan bayrağın halkın eliyle Fransa'nın meydanlarına dikilmesi eş zamanlı. Şubat 1848.
Gerek Manifesto'nun ilkeleri, gerek 1848 Devrimleri pratiğinin bilimsel sosyalizme sağladığı açılımlar, 150 yıldır, her renkten karşıtının -özellikle "sol" yaftalıların- oluşturduğu "kutsal ittifak"ın saldırısına, çarpıtmasına, tahrifatına göğüs geriyor. Defalarca ilan edilen "ölümü" şerefine kalkan her kadeh, sınıflı toplumlar tarihinin gerçeklerine çarpıp tuzla buz oluyor. Manifesto'yu şimdilik selamlamakla yetinelim. Ama, madem açılış sözleriyle başladık, son cümlesini de, bir başka konunun girişi yapalım:

"Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!" Bu sözleri, enternasyonalist bir vurgu eklemesiyle Marks ve Engels'in kaleminden çıkmadan yıllar önce, Fransız işçiler bir kadının ağzından duymuşlardı. Ağzından duymuşlardı, çünkü Flora Tristan'ın "İşçi Birliği" adlı broşürünü bastıracak parası yoktu. Bu paranın toplanması amacıyla ülkenin dört bir yanındaki fabrikalara koşuşturmak da, işçileri İşçi Birliği'nde örgütlenmeye çağıran propaganda gezilerine dönüşmüştü.

İşçileri birleşmeye, örgütlenmeye çağırırken, yorgunluğa, hastalığa yenik düşen ve bugünden bakıldığında "hazırlayıcılarından olduğunu" söyleyebileceğimiz 1848'i göremeyen Flora Tristan, kadın hareketinin de öncülerindendi. O yıllarda, günümüz toplumlarındaki erkeklerin diş gıcırdatacağı, kadınların büyük çoğunluğuna "aboov!" dedirtecek bir kadın özgürlüğü dünyasını tasarlamıştı, bütün insanların özgürlüğü dünyası içinde. Her sınıftan kadınların her sınıftan erkekler tarafından ezildiğini, bir kadın olarak yaşamış, görmüştü buna isyan etmişti. İşçilerin maruz kaldığı korkunç sömürüyü, adaletsizliği, emeğini satma uğraşında yaşamış, görmüştü buna isyan etmişti. Emekçiler, ancak kendi mücadeleleriyle gerçekleşecek sosyalizmle kurtulabilirlerdi ve kadınların kurtuluşu da, bu mücadeleye katılmalarıyla mümkündü.

"Çağdaş" sosyalistlerin de feministlerin de çok şey öğrenebileceği Bauer kardeşlerin "işçicilik" ve "kadınca dogmatizm" suçlamaları karşısında, Engels'in, Marks'la ortak ürünleri olan "Kutsal Aile"de savunduğu (tabiî, "Eleştiri"cileri kendi silahlarıyla vurmak isterken, onlara "yaşlı kadın", "kurumuş dul" falan demese daha iyiydi kimi "artniyetli"lere, bunların çıplak kelime anlamlarıyla kullanılmadığını, "Eleştiri"cilerin genel tezleri içinde bir şeyi imlediğini anlatabilmek için göbeğimiz çatlamazdı) Flora Tristan, işçilerin ve aydınların topladığı paralarla 1848'de açtırılan bir anıt şimdi... Bir kenarda öylece duran bir anıt... "Ütopyacılığı" yüzünden mi? Belki. Ya, erkekler dünyasında bir kadın olmasındansa? Bu soru yabana atılamayacağı içindir ki, Manifesto'nun ve 1848 Devrimleri'nin yıldönümünde, "ipincecik boyunlu" bir kadının hayali, bir itirazla çıkıp geldi. Bertolt Brecht'ten söz ederken, Ruth Berlau'nun çıkıp gelmesi gibi...

Brecht'i Brecht yapan özelliklerinden biri, tiplemelerinin insan olmasıdır. İnsan. Bütün çelişkileri, zaaflarıyla kanlı canlı insan. İdealize edilmiş, "billurlaşmış ifade verilmiş", yani yaşamayan karakterler çıkmaz Brecht sahnesine. Gerçek hayatın, aziz/azize halesi taşımayan gerçek insanları. Ve böyle olmaları, onları daha değerli kılar. Brecht gibi. Son zamanlarda, Brecht'i "ideolojisinden arındırma" çabalarına, kadınlarla ilişkilerini eksen alan bir karalama kampanyası eşlik ediyor. Püf! Sanki, yeni ifşa edilecek bir giz varmış da... İşte "kadınlar galerisi" gibi "Aşk Şiirleri", işte "Lai-tu'dan Öyküler"... Bunları büyük bir keyifle ve çok şey öğrenerek okurken, bir yandan da hınzırca "seni gidi seni" diye Brecht yoldaşına kafa sallamaktan en son ürkecek insanlar sosyalistlerdir. Oyunlarında ağırlıklı olarak kadın kahramanları ön plana çıkaran Brecht, saklısı gizlisi yok, yaşamında sık sık "hallo" demiştir.

Ruth Berlau, Brecht'in "hallo"sunu duyduğunda, 27 yaşındaydı, dört üvey çocuk annesiydi, bir profesörle evliydi, Danimarka Komünist Partisi'nin "Kızıl" lakaplı üyesiydi, tiyatro oyuncusuydu, oyun yazıyordu, İşçi Tiyatrosu kurucusuydu. Militan bir hayat süren Berlau'nun hayatında bu kadar çok tiyatro ve oyun lafı geçerse, 1933 koşullarında Brecht'le tanışmaması mümkün mü? Tanıştılar ve çok geçmeden, Helene Weigel'le evli olan Brecht, Berlau'ya "hallo" diye seslendi. "Bu yumuşak, soran sesleniş, daha sonra öğrendiğim gibi, birçok kadın için yaşamın içeriği olmuştu. Bu seslenişi beklediler, bu seslenişe bağladılar umutlarını, bu seslenişi düşlediler." Bilinir ki, bu, sevgili olma çağrısıdır Brecht'in. Bilinir ki, bulduğu asistana iş teklifidir de. Yine bilinir ki, Brecht için ilişki, bu iki "kategori"nin çakıştığı yerde başlar. Kesin olan, bu seslenişin, oyundaki Gruşa'ya olduğu gibi, kadınların adanmış bir yaşama geçiş duraklaması anlamına geldiği.
Bütün fikir kaynaklıkları, düşünsel-yazınsal katkıları, üretilenleri uygulayıcılıkları bir yana bırakılsa bile, sırf, Brecht'e eserlerine çalışmak dışında bir iş bırakmamaya yönelik didinmeleri düşünüldüğünde, "hallo" denilen kadınların, müthiş bir kollektif üretimin ayrılmaz parçaları olarak, biyografik notların ötesinde bir yer tutmaları gerekmez mi Brecht külliyatında? Yok. Yoklar! Denilebilir ki: bir sürü de erkek var Brecht'in gölgesinde kalan. Onlara denilebilir ki: siz öğretmene hayranlık karışmış bir aşkın gücünü, neleri göze aldırabildiğini bilir misiniz? 'Davaya hizmet, sevgiliye/öğretmene hizmettir' anlayışının empoze edildiği bir ilişkinin ne olduğunu?

Ruth Berlau, "hallo" denilenlerin ne ilki ne de sonuncusu. Onun çıkıp gelmesi, nesnelliği çok tartışmalı bir biyografisinin derlenmesinden değil. Lai-tu olmasından. Lai-tu, ya da Kin-jeh'in, yani Me-ti'nin, yani Kien-leh'in, yani Brecht'in aşkı Ruth Berlau.

Brecht'in aşk felsefesini, daha doğrusu, sevgili ilişkisini açan bir anahtar "Lai-tu'dan Öyküler". "Üretici aşk" üzerine yoğun kıssalar. Ama, kıssanın hissesinin, hep bir kefeye akması, insanı rahatsız eden.

Örneğin, Me-ti, sınıflar mücadelesine katılmayı öğrenmek istediğini söyleyen Lai-tu'ya, doğru bir öğüt verir: Otur. Önce, iyi oturmayı öğrenmelisin. Tu'nun, bunun zevke yönelmek olduğu, böyle mücadele edilemeyeceği itirazını da şöyle karşılar Me-ti: Eğer kişi zevke yönelmek istemiyorsa, var olandan en iyisini çıkarmak istemiyorsa ve en rahat olan durumu istemiyorsa, o zaman neden mücadele etsin ki?.. Bu doğrudur... Ne ki, bu doğru, oturmak yerine Uluslararası Tugaylar'a katılarak İspanya İç Savaşı'nda anti-faşist cepheye desteğe giden Lai-tu'ya duyulan kızgınlıkla zedelenecektir: Lai-tu, Kin-jeh'e lazımdır, onun yanında iyi oturmalıdır! Var olan görevini, başka bir görevle değiştirmemelidir! Seni Brecht seni!

Lai-tu'nun üretimi üzerine bir başka kıssa, meselenin bam telini verir: "Lai-tu'nun ne üretmiş olduğunu söylemek zordur... ama eğer o yalnızca, beni üretici kılanı üretmiş olsa idi bile, bu yeter değerdi (Kin-jeh, alçakgönüllülük hastalığından mustarip değildi)."

Komünist Partisi Manifestosu'nun, 1848 Devrimleri'nin, Brecht'in yıldönümlerinde, Flora Tristan'la Lai-tu, neden çıkıp geldiler dersiniz?