Hem dinselleşme siyasetine en ufak bir itirazda bulunmamak, bilakis İslamcı hegemonyayı kabul etmek hem de Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’e sahip çıkmak mümkün müdür? 

Neyin fethini kutluyorlar?

Ulusal, sınıfsal ya da dini, hangisi olursa olsun fark etmez, bütün politik kolektif kimlik inşa süreçleri ritüellere, törenlere, marşlara, üniformalara, mitlere, sanat eserlerine ve benzeri şeylere ihtiyaç duyar, bunun için de “gelenek icadı” denilen şeye başvururlar. 

Ulusal gün ve bayramlar da böyledir, adı üzerinde, “ulus” adlı bir kolektif kimliğin inşası için böyle günlerde gelenekselleşmiş bir şekilde kutlamalar ya da anmalar yapılır, ulusun bütün fertlerinden bu kutlama ve anmalara kitlesel bir şekilde katılmaları beklenir, ulusu kuran isimler, öğeler, mitler bu günlerde hatırlanır, kutsanır, gelecek kuşaklara aktarılır. 

On dokuz yıldır devam eden rejim inşa sürecinin bir boyutunda “eski rejim”in, yani 1923’ün ulusal gün ve bayramlarının kitlesellikten arındırılması, önemsizleştirilmesi ve içeriksizleştirilmesi varsa, diğer bir boyutunda da bu günlere alternatif günler icat edilmesi vardır. 

Uzunca bir süredir ulusal gün ve bayramlarda “stadyum kutlamaları”nın yapılmamasının,  devlet ricalinin törenlere katılmamasının ya da törenlerin tarihin İslamcı okuması üzerinden içinin boşaltılmasının gerisinde bu bulunmaktadır. Ama tek başına yeterli değildir bu,  dediğim gibi bir de alternatif günler icat edilmesi gerekmektedir. 

Eğer Fethulahçılar tarafından icat edildiği ortaya çıkmasaydı bugün hala şevkle kutlanacağını bildiğimiz “Kutlu Doğum Haftası” bunlardan biridir ya da bir zamanlar katılmayanın ayıplandığı yine Cemaat organizasyonu olan “Türkçe Olimpiyatları” bu alternatif gün arayışlarına dâhil edilebilir. Ve artık bunlar yoksa da,  geçtiğimiz günlerde iktidarın Taksim Cami “armağanı”yla kutladığı ve muhalefetin de “alternatif” kutlamalarla iştirak ettiği “Fetih Kutlamaları” bunlardan biridir. 

İktidar bir rejim inşa ettiği için, bir de bu rejimin ideolojisine denk düşen kolektif bir kimlik inşa etmektedir. Dinin ağır bastığı ve bir ucundan da milliyetçiliğin raptedildiği bu kimlik, “millet” olarak adlandırılmaktadır. Ve işte yeni rejimin yeni kolektif kimliğine denk düşen o kimliği güçlendirmek için icat edilen günlerden biri “Fetih Kutlamaları”dır.

“Fetih Kutlamaları”, 1950’lerde  başını Nihal Atsız gibi isimlerin çektiği Cumhuriyet’le derdi olan küçük bir sağcı gruba ait bir ritüelken, 1960’lar ve 70’lerde dincilik ve milliyetçiliğin yükselişine paralel bir şekilde giderek kitleselleşmiş, 12 Eylül sonrası Türk-İslam sentezine uygun bir şekilde devlet katında teveccüh görmeye başlamış, bu iktidar döneminde ise tamamen devletli bir karaktere bürünmüştür. 

İslamcılar için “fetih” bir zamanlar kendilerine ait olan devletin yeniden fethini sembolize eder ve bu geride kalan yetmiş yıla bakıldığında bunun adım adım gerçekleştirildiği görülebilir. Bugün fethi kutlamak basitçe İstanbul’un değil devletin fethini kutlamaktır. Fetih, devleti “millete ve onun değerlerine yabancı olanlar”ın elinden geri almaktır.
Dolayısıyla, sadece “Fetih Kutlamaları”nın tarihi seyri üzerinden dahi,  devletin, Türk sağının ve bu ikisi arasındaki ilişkilerin 1950’den bugüne tarihini ve elbette ki bugününü de yazmak mümkündür.

Biz de bir yazı çerçevesine sığacak şekilde bunu yapmayı deneyelim ve bugünden başlayıp geriye gidelim önce. 

28 Mayıs Cuma günü Türkiye İslamcılığının bir hayali daha gerçekleşti ve Taksim Cami’nin açılışı yapıldı. “Hayal” diyorum çünkü hem İslamcılık özelinde hem de genel olarak Türk sağı açısından bakıldığında Taksim’e bir cami yapılması son derece büyük bir sembolik önem taşıyordu. 

Beyoğlu-Pera, Türk sağının anlatısında, önce gayrimüslim azınlıklarla özdeşleştirilmiş bir yer olarak resmedildi: Orada “gavurlar” yaşamaktaydı ve orası “gavurluğu” temsil etmekteydi. İstanbul yüzlerce yıl önce fethedilmişti ama işte şehrin en güzel yerlerinden biri hala “gavurlar”a aitti. 

Gayrimüslimler “gittiğinde” ise yerlerini “Cumhuriyet elitleri” alacaktı. Beyoğlu-Pera, restoranlarıyla, barlarıyla, balo salonlarıyla kadınlı erkekli eğlence hayatıyla, Cumhuriyet’in modernleşme projesinin sembolü ve elbette ki yozlaşmanın ve çürümenin mekânı olarak tasvir edildi, böyle anlatıldı. Milliyetçi-muhafazakâr edebiyatçılar “Beyoğlu’nda çöken hayatlar” temalı az roman yazmadılar ve o çöken hayatların çoğunun “kötü yola düşen kadınlar”a ait olması şaşırtıcı değildi.  

Velhasıl, ister gayrimüslimlere ister “elitler”e ait olsun, Beyoğlu “millet”e ait değildi ve orayı “millet”e ait kılacak işlerden birisi oraya ve tam da kalbi olan yere, yani Taksim Meydanı’na bir cami dikilmesi olacaktı. Bu hayalin sağcılar arasında bir mit olarak konuşulmasından geniş kesimler nezdinde tartışılmasına siyasal İslam’ın yükseliş döneminde,  yani 90’lar Türkiye’sinde varıldı. Taksim’e cami tartışması toplumun dincilik ve laiklik üzerinden yarıldığı o dönemin en önemli gündemlerinden biri oldu.

Tartışmanın ikinci kez gündeme gelişi ise “bambaşka” bir konjonktürde gerçekleşecekti. Siyasal İslam 11 senedir iktidardaydı ve o iktidara karşı memleket tarihinin en uzun soluklu ve en kitlesel eylemleri yapılmıştı. İktidar Gezi Parkı’nı Topçu Kışlası’na çeviremedi ama Gezi Parkı’nın tam karşısına, Taksim Meydanı’na o camiyi dikmeyi gündemine aldı ve nihayetinde de dikti. 

Taksim Cami’nin açılışı hem Ayasofya’nın tekrar cami yapılması sürecinin hem de Türk sağının yetmiş yıllık “devleti fetih” projesinin bir parçasıydı. Bu nedenle de Erdoğan caminin açılışı için “ Bu Ayasofya Cami-i Kebir'e verilen bir selam, 568. yıldönümünde İstanbul'un fethine de bir hediyedir” derken kendi durduğu yerden haklıydı.  

Caminin açılışının fethin yıldönümüne denk getirilmesi aynı zamanda Gezi’nin de yıldönümünde gelmesi anlamına geliyordu ve böylece “bir taşla iki kuş” vurulmuş olundu: Cumhuriyet’ten rövanş alma ile Gezi’den rövanş alma aynı açılışa sığdırıldı.

Peki tüm bunlar olurken başta Cumhuriyet’i kuran parti olmak üzere muhalefet partileri ne yapıyordu? 

Elbette ki Ayasofya’nın tekrar cami yapılmasında olduğu gibi Taksim’de de herhangi bir esaslı karşı çıkış duyamadık muhalefetten. Bilakis Davutoğlu ve Mollaoğlu meşrepleri gereği hararetli bir şekilde kutladılar emeği geçenleri. CHP’den bir tebrik gelmedi ama partilerinin İstanbul Belediye Başkanı, tıpkı hem sürekli önceki dönemin yolsuzluklarından bahsedip hem de fırsat buldukça Kadir Topbaş’a dua edebilmesi gibi,  hem Gezi’yi anabilecek hem de cami açılışına katılıp Cuma namazı kılabilecek kadar yetenekli olduğunu gösterdi. 

Ancak CHP söz konusu olduğunda esas mesele Taksim Cami’ne bakışın da ötesindeydi. 29 Mayıs günü, CHP tarihinde bir ilk olarak, CHP’li İstanbul Belediyesi de tıpkı iktidar gibi ve önce Özal ailesini ziyaret eden Kılıçdaroğlu’nun da katılımıyla bir “fetih kutlaması” yaptı. 

Ve nasıl ki bu ikili geçen yıl Abdülhamit posteri ve Hamas flamaları altında İslamcıların Kudüs mitingine katıldılarsa, şimdi de Türkiye İslamcılığının Cumhuriyet’e karşı alternatif gün icatlarından biri olan “fetih kutlamaları”nı kabullenmiş ve meşrulaştırmış oldular böylelikle. 

Tüm bunlar olurken ise yine “ulema”dan birileri, tıpkı Ayasofya’nın açılışında olduğu gibi ve yine Ayasofya’da Mustafa Kemal’e lanet okuyor, beddua ediyordu. Bu ise şaşırtıcı değildi, çünkü Fetih Kutlamaları, Ayasofya, Taksim, hepsi iç içe geçmiş bir şekilde ve kimsenin buna esastan itiraz etmediği bir konjonktürde, Mustafa Kemal’le ve Cumhuriyet’le hesaplaşmanın bir aracı olarak görülüyordu. 

Bu noktada, “muhalefet”in bu hadiseye verdiği “sert tepki”ye bakarak bir soru sorabilir ve öyle bitirebiliriz yazıyı: Hem dinselleşme siyasetine en ufak bir itirazda bulunmamak, bilakis İslamcı hegemonyayı onun Cumhuriyet’e alternatif ritüellerini içselleştirecek derecede kabul etmek hem de Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’e sahip çıkmak mümkün müdür? 

Mümkün olmadığını bizzat kendileri de bilmektedir elbette ve bu yüzden de esas mesele bu soruya kendisine Atatürkçü ilerici, cumhuriyetçi, demokrat vs. diyen kitlelerin nasıl bir yanıt vereceğidir.