31 Mart’a da bu gözle bakmakta yarar var. Tekellerin ve emperyalistlerin düzeninden, buradaki odakların rekabet ve dengesinden çıkan sonuç karşımızda.

Bir kez daha seçim hakkında

Seçim sonucunu seçmenlerin verdiği oy mu belirler? 

İlk ağızda evet denecektir; ama bu olumlu yanıt, devlet ve iktidar mekanizmalarına ilişkin derin bir yanılsamayı içerir. Evet demek, kimisinin işine gelecek, kimisinin hoşuna gidecektir. Seçmen sıfatıyla halk kendisini etkin görmekten mutlu olur. Bu da başkalarının işini kolaylaştırır! 

31 Mart’ın üstünden geçen süre uzadıkça, eski seçimlerin başına gelen bu sonuncunun da başına geliyor ve seçmen davranışının nedenleri hakkında teoriler, rivayetler ve kabullerle hayat devam ediyor. Örneğin bunlar arasında en fazla ve tümden yanlış olmayan biçimde işaret edilen yoksullaşmaya göz atalım. 

Birinci çıkan parti halkın sorunlarını bayrak yapmak için parmağını kımıldatmayacak. Oylar yoksulluğa tepki olarak bu partiye verilecek. Lakin bu parti seçimden sonra iktidarın değişmemesini tercih ettiğini açıkça ilan edecek. Anketlere bakılırsa izleyen ay yine birinci parti olarak kalacak, hatta daha da güçlenecek… Burada birkaç dişlinin eksik olduğu görülmüyor mu? Elbette kitlelerin oy davranışında ekonomik faktör önemlidir. Ama bu daha önce de olmuş ve iktidara yarayabilmişti. Bir de, dedim ya, CHP kazanmak için bu konuyla pek ilgilenmemiştir. 

Seçmenlerin verdiği oy sonuçları şekillendiren temel bir neden değil; o da bir sonuç.

Seçim bir karar anı değil, burada çokça yazdığım gibi, bir yansıtma mekanizması.

Seçim bir aynaysa, yansıttığı sadece oylar da değildir. Böyle zannedersek, adil, kuralına uygun, demokratik bir seçim yaşandığı takdirde sorun kalmayacağını kabul etmek durumunda oluruz. Bu iyilik halini istediğiniz kadar genişletelim. Yarışa giriş serbest olsun, bütün yarışmacıların tanıtım, medya, hatta para olanakları eşitlensin, herhangi bir yolsuzluk yapılamasın, baraj kalksın, demokratik temsil alabildiğine hayata geçsin… Pratikte olmayacaktır bunlar; ama gelin, bir varsayımda bulunalım.

Marx da varsayımda bulunmuştu. Bize anlatmıştı ki, herkesin bir diğerini kazıklamak için tutkuyla yaşadığı kapitalizmde sorun kazıklardan, bilimsel konuşursak, değişimin eşitsizliğinden kaynaklanmaz. İşgücünü sermaye sahibine kiralayarak geçinenler, işgücünün karşılığını tam olarak aldıklarında da sömürülmüş olurlar. Çünkü mesainin sonunda tüketilmiş olan işgücünün, beslenmeden sağlığa, barınmadan eğitime, üremeden kültüre bir dizi “ham ve ara madde” sayesinde yeniden üretilmesi gerekir. Ücret bunun karşılığıdır. İşçi çalışma yeteneğini yenilemiş olur. Oysa emek bambaşka ve üretken bir şeydir. O kadar ki, emek sermaye sahibinin kârının da kaynağıdır! 

Madem öyle, gerçek bir adalet için işgücü meta olmaktan çıkmalı, bunu kaçınılmaz kılan “üretim araçlarının özel mülk edinilmesine” son verilmeli, bunlar için de siyasi iktidar işçilere geçmelidir. 

Seçimlerin de halkın aleyhine sonuçlar vermesi baskı, yolsuzluk, hırsızlık, yalandan kaynaklanmak zorunda değildir. Bunlar hep hazır ve nazırdır, ama varsayımsal bir adalet durumunda da seçim sonuçları kural olarak düzenin ve egemenlerin çıkarlarına uygun olacaktır. Özgür, liberal, parlamenter sıfatlarıyla tanıdığımız seçim, kapitalizmde bütünsel egemenlik mekanizmasının bir bileşenidir. Düzenin değişmesine değil sürdürülmesine yarar. 

Seçim hiç de işe yaramaz bir çöp değildir. Devrimcilerin halkı ikna etmeyi öğrenebilecekleri en geniş platformdur örneğin. Ama seçimin düzenin temelden değişmesinde de işe yaraması için, adil bir seçim düzenlemesine değil büyük bir krize ihtiyaç duyulur. Çok boyutlu bir krizin devrimci duruma doğru akması gerekecektir. O an geldiğinde egemenler başka birçok şeyin yanı sıra seçimleri de yönlendirme yeteneğini yitirebilirler. Yargıyı, orduyu, ideolojik mekanizmaları elinden kaçıran burjuvazi, bir de seçimi de kaybetmiş; çok mu? Başka zaman olsa, ücretleri biraz iyileştirmekten öteye geçmeyecek olan grev de, devrimci krizde karar verici bir rol üstlenebilir... 

Seçim mekanizmasının zihinlerde yerleştirildiği tahttan indirilmesi şarttır. Sonuçları seçmenlerin davranışı belirlemez! Sınıflı, sınıfların karmaşık mücadeleler içinde olduğu bir toplumda biçare seçmenin omuzları bu kadar ağır bir yükü kaldıramayacaktır.

Keşke olay şeffaf olsaydı, gerçekler çıplak gözle görülebilseydi. Emek ile işgücünü birbirinden ayırt eden Marx, o zaman diyor, bilime gerek kalmazdı! Oysa sömürü ilişkilerinin perdelediği gözleri gerçeklere açmak için hem bilime hem de bilimi temel alan mücadelelere ihtiyaç vardır. 

Siyasette bir dönemi kapatıp yenisini açtığı kabul edilen seçimlerin belirleyicisi, sınıflar arasındaki mücadeledir. Kapitalizmin olağan ortamında sömürülenler aynı zamanda politik olarak ezilir ve yönetilirler. Dedik ya, buradan çıkış için krizin devrimci duruma akması gerekiyor diye… Değil devrimci durum, henüz emekçi halkın kendi safını kuramadığı koşullarda, mücadele de düzen güçlerinin, sermaye fraksiyonlarının, onların temsilcilerinin, emperyalist odakların rekabeti biçiminde kristalize olur. Kimin ezilenlerin sırtında tepineceğini yanıtlamaya odaklanırlar. Bu sırada, en başı hatırlarsak, halkın seçmen sıfatıyla olup bitene karar verdiğini zannetmesi çok işlevseldir! 

Düzenin aktörlerinin tercihleri ve aralarındaki dengeler seçimi belirler. Elbette bunun nasıl olduğu, bizim ilgimizi sonuna kadar hak eder. Ama sadece seçmenin davranışını ele alan aforizmalardan bir şey çıkmaz. Sandık başında geçirilen o kısa süre, muazzam bir toplumsal belirlenmişliğe tabidir.

Bu konuya devam ederiz. Ama Türkiye’nin bazı geçmiş dönemeçlerinin arkasındaki ana dinamiklere işaret etmeden ayrılmayalım…

1950 seçimlerini seçmen iradesi mi belirlemişti? Türkiye kapitalizminin Batı sistemine eklemlenmesi zorunluydu. Sermaye sınıfı emperyalist sistemin merkezleriyle arasına mesafe koyan yönetim sistematiğine artık sığamazdı. Seçimi belirleyen bu olmuştur.

27 Mayıs’ı izleyen seçimleri 27 Mayıs karşıtı AP peş peşe kazandı. Seçmen öyle istedi demek yeterli midir? Yoksa kapitalizmin 1950’lerin sonundaki ekonomik-sosyal-politik krizden çıkarken yaşanan kontrolsüzlüğe son verme gereği mi yerine getirilmiştir?

1977 seçimlerini CHP birinci parti olarak geçmiş, ama iktidar sağda kalmıştır. Seçmen mi yaratmıştır bunu? Belki de, iç pazara dayalı büyümenin bir yan ürün olarak işçi sınıfına da zemin sunmasından bıkan tekelci sermayenin 1 Mayıs katliamından 12 Eylül darbesine bir hat çizilmesini benimsediğini düşünmek daha açıklayıcı olacaktır. 

AKP efsanede olduğu gibi kapı kapı çalışarak, yani emeğinin karşılığını alarak mı iktidar oldu 21. Yüzyıl başında? Yoksa emperyalizm dinciliği bahar diye yutturmayı test etsin diye mi? Özelleştirememekten, iş güvencesini yok edememekten, patinaj yapmaktan bıkan büyük sermaye, Kenan Evren-Turgut Özal’ın yarım bıraktığı çizgi sürdürülsün istediği için mi? 

31 Mart’a da bu gözle bakmakta yarar var. Tekellerin ve emperyalistlerin düzeninden, buradaki odakların rekabet ve dengesinden çıkan sonuç karşımızda: İktidar ve muhalefetin birbirlerine benzemesi, AKP’nin sermayeye hediye ettiği kazanımların korunması, halkın iktidarı istemeyen bir CHP muhalefetine fit olması… 

Seçim sadece oy değil, bütün bunların aynasıdır. Halk örgütsüzse yansıyan her zaman ve sadece düzenin çıkarı olur.