Dünyaya ve Türkiye’ye sınıfsal bir açıdan bakıldığında bu iktidarı da, emperyalizmi de ve bu ikisi arasındaki ilişkileri de çok net bir şekilde görebilir ve anlayabiliriz.

14 Haziran NATO Zirvesi: Liberaller ve ulusalcılar için yas günü

Bu yılki NATO zirvesine damgasını vuran birinci olgu, Biden’ın başkan seçilmesiyle birlikte “ABD’nin geri dönüşü” oldu. Biden yönetimi bununla Trump’ın dört yıllık başkanlık döneminde altüst ettiği geleneksel dış politikaya, müttefiklik ilişkilerine ve “küresel liderlik” iddiasına geri dönüşü kast ediyordu.

İkinci olgu ise NATO’nun tehdit olarak Rusya’nın yanına bir de Çin’i eklemesiydi. Zirvede netleştirilen 2030 stratejisine göre Rusya ana tehdit olarak görülmeye devam edecek, “uluslararası düzene ve ittifakın güvenliğiyle ilgili alanlara sistematik bir şekilde meydan okuduğu” iddia edilen Çin’le ise “ittifakın güvenlik çıkarlarını savunan bir bakış açısıyla” muhatap olunacaktı.

Zaten zirve günü, yani 14 Haziran’da Biden da Twitter hesabından bunu duyurmuş ve şöyle demişti:  "NATO müttefikliğimiz her zamankinden daha güçlü. Bugün, Rusya'nın saldırganlığı, Çin'in oluşturduğu stratejik problemler, kötü niyetli siber saldırılar, terör ve iklim değişikliği dâhil müşterek savunmamızı konuşmak için 29 müttefikimiz ile bir aradayım."

Zirveyi Türkiye açısından önemli kılan ise Biden yönetimiyle birlikte ABD’nin “geri dönüş”üne eşlik edecek bir şekilde “Batı bloğuna geri dönüş”tü. 

Aslında ne liberallerin endişeyle ne de ulusalcıların sevinçli bir şekilde iddia ettikleri üzere bir “eksen değişikliği”nden söz edilebilirdi; çünkü iktidarın böyle bir niyeti olmadığı gibi Türkiye kapitalizminin de yapısal olarak böyle bir değişikliğe izin vermesi mümkün değildi. 

Esas mesele, iktidarın emperyalizmin yaşadığı krize de bakarak emperyalist hiyerarşi içerisinde yükselmeye dair ve elbette ki Türkiye kapitalizmin çıkarlarıyla bağlantılı ihtirasları ve emelleriydi. Ancak bu ihtiras ve emeller de yine gidip Türkiye kapitalizminin kırılganlığına ve emperyalist hiyerarşiye çarpmış ve tuzla buz olmuştu. 

Biraz daha somutlaştırmak gerekirse, AKP iktidarı sıcak para akımlarına yani döviz girişine bağımlı, bu giriş azaldığında krize giren, işsizlik, enflasyon ve faiz oranlarının hepsinin birden yüksek olduğu, yüzlerce milyar dolar borcu bulunan, ihracat ve ithalatının çok büyük bir bölümünü Batıyla yapan ve Batıdan borçlanan bir ekonomiyle, yeni-Osmanlıcılık oynamaya ve zaman zaman Batıyla karşı karşıya gelecek şekilde emperyalist hiyerarşideki yerini değiştirmeye kalkmış, sonra da bunun sonuçlarını görmüş ve geri adım atmıştı. 

Türkiye kapitalizminin pandemiyle birlikte derinleşen krizine Biden’ın başkan seçilmesi eklenince, yeni-Osmanlıcı hayaller bir bir rafa kaldırıldı. Doğu Akdeniz’deki iddialardan vazgeçildi, “Mavi Vatan” söylemi unutuldu, Libya’da uluslararası düzenin taleplerine uyuldu, Yunanistan’la tekrar masaya oturuldu, S-400’lerden vazgeçilmedi belki ama fiili olarak sandıkta tutulacağı mesajı süreçte ABD’ye bir kez daha verildi. 

Ancak mesele sadece geri adım atmak değildi ve bu geri adımlarla yetinilmedi. Bir de Biden’la ilk görüşmeye doğru gidilirken ABD’ye ve Batıya “mavi boncuk” anlamına gelebilecek işlere girişildi ki, bunlar NATO’nun 2030 stratejisiyle gayet örtüşüyordu. 

Örneğin Montrö Anlaşması Kanal İstanbul üzerinden tartışmaya bu nedenle, yani Karadeniz’e ABD/NATO gemilerinin giriş çıkışları bağlamında açıldı. NATO’nun Rusya’nın çevrelenmesi açısından en önemli ülkelerden biri olarak gördüğü ve “aday üye” kapsamına aldığı Ukrayna ile Kırım meselesi ve SİHA satışı üzerinden yakınlaşmanın gerisinde bu vardı.  Rusya’nın çevrelenmesinin diğer önemli ayaklarından biri olan Polonya’ya SİHA satılırken yine aynı saiklerle hareket ediliyordu. Ve elbette ki NATO’nun çekildiği Afganistan’da kalma ve Kabil Havalimanı’nın korunmasına talip olma da sözünü ettiğimiz “mavi boncuk”ların en büyük ve parlak olanlarından bir tanesiydi. 

Tüm bunlar ise eninde sonunda iç politikayla ilgiliydi. Çünkü iktidar bu işsizlikle, bu hayat pahalılığıyla bu faiz oranlarıyla gidilecek bir seçimin nasıl sonuçlanacağının farkındaydı. Dolayısıyla plan, ABD’yle ve Batıyla tekrar yakınlaşmak, bu sayede ülkeye tekrar sıcak para girişinin sağlanması, pandemi sonrası dünya ekonomisinin kazanacağı düşünülen ivmenin de buna eklenmesiyle döviz fiyatlarını ve faizleri aşağıya çekmek, istihdamı artırmak ve ekonomideki yeni bir “bahar havası”yla seçime gitmekti.

Peki bu plan tutacak mı? 

Henüz bunu bilmiyoruz. İktidar ABD’ye ve Batıya çok sayıda “mavi boncuk” dağıtmışsa da Biden yönetiminin “terbiye süreci”ni devam ettireceğini söylemek mümkün görünüyor. “Geri dönen” ABD’nin geleneksel müttefikleriyle arasındaki geleneksel hiyerarşiye dönmek istediği açık, bu nedenle de iktidarın uzattığı elin boş bırakılmayacağı ama verilen “ev ödevleri”nin yapılıp yapılmadığının takip edileceği de açık. Uluslararası sermaye de bu takip sürecini takip edecek ve ekonominin gidişatının da esas belirleyicisi bu olacak.

Bu noktada 14 Haziran’daki zirve bağlamında Türkiye siyasetindeki iki eğilimle, yani liberalizm ve ulusalcılıkla da ilgili birkaç şey söylemek gerekiyor.

Hatırlanacağı üzere Trump’ın gidişi ve Biden’ın seçilmesi liberal cenahta büyük bir sevinç ve coşku yaratmış, Biden’ın dünyadaki “otokrat rejimler”le mücadele edeceği ve bu mücadelenin bir boyutunda da Türkiye’nin olacağı sıkça dile getirilmişti. Yani Biden ve ABD Türkiye’ye demokrasi getirecekti. 

Peki sonuç ne oldu?  

Sonuç, demokrasi getirmesi beklenen ABD’nin bir kez daha Soros’un “Türkiye’nin elindeki en iyi ihracat malı” dediği orduya Afganistan görevini yazması oldu.  

Gelelim ulusalcılara… İktidarı desteklemek için yaslandıkları argümanların, yani Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin ulusal çıkarlarının gözetildiği, anti-emperyalist bir dış politika izlendiği, Avrasya eksenine yaklaşıldığı gibi iddiaların hepsinin birer çöpten ibaret olduğu 14 Haziran’daki zirveyle bir kez daha görüldü.

Sonuç, Avrasya bloğuna geçmesinin an meselesi olduğu iddia edilen AKP Türkiye’sinin “elimizi taşın altına koymalıyız” diyerek NATO’ya ve Batı bloğuna bağlılık beyanını bir kez daha ve bu sefer çok daha yüksek sesle dile getirmesi oldu. 

Peki birbirlerine düşman gibi görünen liberalizm ve ulusalcılığın “ortak yanılgısı”nın kaynağı nedir, bu yanılgının gerisinde ne vardır?

Bu ortak yanılgı her ikisinin de dünyaya sınıfsal perspektiften bakmamalarından kaynaklanmaktadır elbette: Liberaller de ulusalcılar da bu iktidara baktıklarında bir “eksen değişikliği” görmüş, ilki buna “Batıdan koptuk” diye hayıflanırken diğeri ise “anti-emperyalizm” diyerek alkış tutmuştur. 

Bu “ortak yanılgı”nın sonucunun 14 Haziran’daki zirve sonrası bir “ortak yas”a dönüşmüş olması şaşırtıcı değildir bu nedenle. 

Oysa dünyaya ve Türkiye’ye sınıfsal bir açıdan bakıldığında bu iktidarı da, emperyalizmi de ve bu ikisi arasındaki ilişkileri de çok net bir şekilde görebilir ve anlayabiliriz.

Bu bakış açısı bize çok basit bir şey daha söylemektedir üstelik: Halkın doğrudan karar alma mekanizmalarında yer aldığı gerçek bir demokrasi de, ülkenin halkın çıkarları doğrultusunda yönetildiği gerçek bir bağımsızlık da başka bir düzenle, sosyalizmle mümkündür ancak.