Babalar ve Oğullar

1960’lı, 1970’li yıllar Türkiye’de solun büyük yükseliş yıllarıdır. 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan sızan özgürlük rüzgârı büyümüş bir sol dalgaya dönüşmüştür. Sokağın sola meylettiği zamanlardır, dağ taş sanki isyana durmuş, bin yıllık esarete son vermek için ayaklanmıştır. “Sosyal uyanışın, ekonomik gelişmeyi aştığı” yıllardır. Öyle ki düzenin panik içinde planladığı ve yürürlüğe koyduğu 12 Mart duvarı da akışa engel olamayacaktır.

Cumhuriyet ayakta, laiklik sokaktadır; Gericilik sokakta yenilmiş, sindirilmiştir. Köylü çocukları köylerinden çıkıp büyük şehirlerin üniversitelerinin yollarını tutmuştur. Geriye ellerinde dergiler ve kitaplarla döneceklerdir. Marx vardır o kitapların arasında, orak çekiçli dergiler vardır. Belki de ülke tarihinde ilk defa babalar ile oğullar arasındaki devamlılık radikal bir biçimde kesintiye uğrayacaktır.

Darbeci generalin “sosyal uyanış”tan kastettiği budur işte; Babalar ve oğullar arasındaki umulmadık sert kopuştur, sistemin babalarına benzemeyen oğullarla karşı karşıya kalışıdır. Oğulların büyük şehirlerden, üniversite bahçelerinden babalarının hiç duymadığı, hiç bilmediği inançlar ve değerlerle dönüşleridir. İtaat zinciri kopmuş, asi çocuklar sokakları doldurmuştur. Babaların da devletin de otoritesi karşılıksızdır artık. O çocuklar ki hürriyet için, eşitlik için, sosyalizm için direnmekte, dövüşmektedir. Babaların oğullara öğrete geldiği ortaçağ bakiyesi gelenekler umulmadık bir ışıkla aydınlanmış ve sıra oğulların babalara öğretmesine gelmiştir sanki.

1960’lı, 1970’li yıllar çocukların babalarından öğrendiği yıllar değildir, çocukların babalarına öğrettikleri yıllardır. Yükseliş yıllarında öğreten sokaktır, haliyle kimse babasından öğrenmeyi düşünmez. O halde böyle zamanlarda babalarından öğrenen çocuklar kuşaklarının en ışıltısızları ve en korkaklarıdır.

Ve o babalar, büyük şehirlere okumaya gönderdikleri oğullarının-kızlarının kendi değerler dünyasından kopup gitmelerini, ona öğretilen her şeye kuşkuyla bakmalarını endişeyle izlemektedir. Babalarının kontrol edemediği asi çocuklardan ürkmüş devlet baba da silaha sarılmak üzeredir. 12 Eylül cuntası, kopuşu, sosyal uyanışı bastırmak için tetiktedir. Yaklaşan fırtına asi çocukları süpürecek, geride yalnızca babalarından öğrenebilen ışıksızları bırakacaktır.

***

Ancak o fırtınada geride kalanlardan biri babasına “biz Laz mıyız Türk müyüz” diye sorabilir. Soru tamı tamına budur. Cevabı ise şöyle: "Babam dedi ki, ’Oğlum büyük dedem Mollaymış, ona sordum ’Dede biz Laz mıyız, Türk müyüz?’ Büyük dedem de babama şu cevabı vermiş: ’Torunum, yarın öleceğuk, Allah bize men Rabbüke, ve men nebiyyüke, ve ma dinüke sorularını soracak. Ve ma kavmüke diye bir soru sormayacak. Sana sordukları zaman, ’Elhamdülillah Müslümanım’ de geç’ demiş."

İşte bu cevaptan bir “siyaset” türemektedir ve bütün siyasi tecrübesini babasından edinen oğul bizim için İslam’ı ortak bir çatı olarak düşlemektedir.

Yalnız bu cevap cami avlusu için yeterlidir ama bir ülkeyi yönetirken “Müslümanım deyip geçmek” mümkün değildir. Yönetirken cevaplarınız olması şarttır ve şimdi hiçbir cevabın olmadığı yerdeyiz. Muhteşem iki on yılın sol dalgasına ancak cehaletle direnebildiler ve sonuç budur. Geride kalanlar sadece Müslümandır ve Müslümanlık dâhil hiçbir konuda hiçbir bilgileri yoktur. Düzen yarattığı fırtınadan geriye sadece cahilleri ve ışıksızları bırakarak kendisini felç etmiştir, ülkenin bütün birikimini yıkıp parçalamıştır ve tam da bu yüzden yıkılmaktadır.

***

Biliyoruz, babalar olmayan cevapları veremez; Bildiği dindir ve bu durumda “Elhamdülillah Müslümanım” deyip geçmekten başka çıkar yol yoktur. Cevap karşısında soru olmamalıdır ve eğer soru varsa, engellemek üzere otoriter olmak şarttır.

Kahramanımız yıllar önce "Usta'nın Hikâyesi" adlı “belgesel”de babasının “bilgi” ve “davranış” dünyası hakkında şunları anlatmıştı. “Çocukluğunda Rize'de çay ve fındık topladığını aktaran Erdoğan, ‘Gittiğimizde babam beni yalnız bırakmazdı, okulum sebebiyle. Yine orada bir hocaefendiye teslim eder, imam hatip yıllarında Kuran-ı Kerim, Arapça derslerine orada ayrıca gitmişimdir ve oradan aldığım derslerin de benim hakikaten gelişmemde çok büyük faydası oldu’ dedi. …Babasının çok otoriter olduğunu, yetişmelerinde, karakter yapılarının oluşmasında Ahmet Erdoğan'ın ciddiyetinin çok ciddi katkısı olduğunu ifade eden Erdoğan, ağızlardan kötü söz çıktığında cezasının çok ağır olduğunu anlattı. ‘Küfür ettiğiniz anda faturasını çok ağır ödersiniz onun içinde zaman zaman babam bizimle hesaplaşmıştır’ dedi.” Başka bir soruya mahal verilmediğini görüyoruz.  

Milliyet Gazetesi’nde 4-8 Temmuz 2001 tarihleri arasında yayınlanan “Kasımpaşalı” yazı dizisinde bu masum baba-oğul ilişkisi daha açık bir biçimde anlatılıyor: “Reis Kaptan sinirliydi. Öfke anlarında evde kimse ona yaklaşamazdı. Recep Tayyip hariç. Baba ne zaman sinirli olsa iş ona düşerdi. Küçük oğlunu kollarına alan Reis Kaptan anında yatışırdı. İlk eşinden iki, ikincisinden üç çocuğu oldu. Eşi Tenzile Hanım’dan olan üçüncü çocuğuna babasının adı olan ‘Tayyip’i koydu. Buna bir de doğum Recep ayına denk geldiği için Recep eklendi… Recep Tayyip, babasını üzdüğü zaman ilginç bir yola başvururdu: Eğilir ayakkabılarını öperdi. Bunu gören Reis Kaptan sakinleşir, gözlerinden yaşlar süzülürdü. Reis Kaptan çok otoriter bir adamdı. Denizcilik kurallarını evine de taşımıştı; örneğin cezalar bile deniz kurallarına göreydi. Bir gün Recep Tayyip’in ağzının bozuk olduğunu bilen kapı komşuları Müşerref Abla, ona yine küfür ettirmiş, katıla katıla gülmüş, sonra da poposuna vurarak cezalandırmıştı. Bunu duyan Reis Kaptan, beş-altı yaşındaki oğlunu tavana asarak cezalandırdı. 15-20 dakika sonra dayısı küçük Tayyip’i indirdi…”

Bu olaydan sonra Reis Kaptan’ın, Erdoğan’a “küfretmesini” yasakladığını ve bir daha küfretmeme sözü aldığını öğreniyoruz. Tutmamıştır. Karadeniz’de küfür etmeme sözü hiçbir zaman tutulmaz.

***

Ve 12 Eylül geldi bu büyük dalgayı kapattı. Çocuklarının ellerinden uçup gidişini endişeyle izleyen babalar, bu büyük kapatmayı avuçlarını kanatırcasına alkışladı. 12 Eylül, 60’lı 70’li yıllarda oğulların sokaktan öğrenmesini engellemek için yapıldı. Babalarından değil sokaktan öğrenen oğulları kırdılar, hala babalarından öğrenen az sayıdaki dinci yobaz oğul için kapıları sonuna kadar araladılar. 12 Eylül, sadece babalarının otorite gösterileri karşısında ayakkabı öpen oğullar yükselsin diye yapıldı. O oğullar geldiler, babalarından öğrendikleri cevabı kendileri gibi babalarından öğrenen diğer ışıksızlara ezberlettiler. İşte buradayız.

***

Babasına sormuş, “Baba biz Laz mıyız, Türk müyüz?” Baba ne bilsin? Yakup Kadri’nin “Yaban” romanındaki ümmilerden biri dile gelmiş sanki “Hiçbiri değil, biz Müslümanız oğlum” demiş…

Cehalet düzler!

Bu ülke hala ayaktaysa babalarından öğrenmeyi reddeden o asi çocukların yüzsuyu hürmetinedir!