Davalarımız işte bundan ibaret. Kendimizi değil çocukları savunuyoruz, kadınları savunuyoruz, laikliği ve cumhuriyeti savunuyoruz. Şeriata geçit yok, bunu diyoruz!

Bizim davalarımız

Eskiden, 1980’li yılların ikinci yarısından sonra, DGM’ye, açılımı Devlet Güvenlik mahkemesidir, çağrılırdık. Ankara DGM, 12 Eylül cuntasının el koyduğu Çankaya Çevre Sokak’taki CHP binasında faaliyet gösteriyordu. Bina DGM’ye dönüştürülürken içindeki parti arşivleri de yakılarak yok edilmişti. Hatırlıyorum, duruşma salonları şimdi üç kişinin zor sığdığı “adliye sarayı” salonlarına göre konser salonu büyüklüğündeydi. Hâkim karşısına çıkana kadar bodrumdaki hücrede bekletilirdik. Burada jandarmalarla gerginlik yaşamak sıradan olaylardandı. Çoğunlukla sebep tuvaletti. Sabahın köründe kaldırılıp, birbirimize kelepçelenerek, cezaevi ring aracına tıkılırdık. Haliyle mahkemeye gelene kadar uzun zaman geçerdi aradan. Tuvalete götürmekte ayak sürürlerdi nedense. Bir keresinde hücreye işemekle tehdit ederek ikna etmiştik jandarmaları. Büyük olasılık bu tür hallerde hücreyi onlara temizletiyorlardı. 

O zamanlar devletin hassasiyetleri “bölücülük ve yıkıcılık” olarak belirlenmişti. Maazallah bizde ikisi de vardı. DGM bilgimi bunlara borçluyum.

Kuşkusuz bu özel yetkili mahkemelerin adalet yetmezliği ile ünlü pek çok hâkimi vardı. Ama savcıları hakimlerinden ünlüydü. Acımasız bir devletin aşırı kışkırtılmış savcılarıydı onlar. O savcılardan biri Nuh Mete Yüksel’di. Devlete düşman olduğunu sandığı hemen herkese acımasızca saldırırdı. Hukuku, yasayı çiğneyerek yapardı bunu. Gözaltına alıp tutuklattıklarının yolu mutlaka Ankara Emniyeti’nin bodrum katındaki DAL’dan, Derin Araştırma Laboratuvarı, geçerdi. İşkence, standart bir sorgulama yöntemiydi burada.  

Başlarında, başsavcı, Nusret Demiral vardı. Öldüğünde “hikayemizi” şöyle anlatmıştım soL’da; 1987’de karar verdik Toplumsal Kurtuluş’u çıkarmaya. İlk sayısından itibaren her sayısı kovuşturma ve dava yağmuruna tutuldu. Devlet Kürt ve Kürt halkı terimlerinin kullanılmasını istemiyordu. Yalçın Küçük ise dergide sürekli bu devlet tabusunun üzerine gidiyordu, bu tabuyu kırmaya kararlıydı. Dergiye gelen bütün soruşturmalar iki kişinin, DGM Başsavcısı Nusret Demiral ve yardımcısı Yüzbaşı Ülkü Çoşkun’un adını taşıyordu. 

Askere gittim, üç hafta sonra polisler kışlanın kapısına dayandı. Evraklarda yine aynı DGM savcılarının ismi vardı. Üç günü çeşitli karakollarda, 12 günü Ankara Emniyeti’nin ünlü merkezi DAL’da olmak üzere 15 gün gözaltında kaldım. DGM’ye taşındık sonra, sırayla sorguya alınıyoruz. 15 gün su yüzü görmemişiz, saç sakal birbirine karışmış, ışık görünce gözlerimizi kapatıyoruz 15 günlük karanlıktan sonra. Sıra bana geldi, alıp bir odaya soktular. Meşhur savcı Ülkü Çoşkun masada, nefretle bakıyor bana. Ama yanında bir de beş altı yaşında bir çocuk var, galiba hafif özürlü de. Sorguyu çocuğun şahitliğinde yapıyor. Arada çocuğa kayıyor gözlerim, babasının bu kayıtsızlığı karşısında dehşete kapılıyorum. Kendimden çok çocuğun haline üzülüyorum.

O sorgulardan sonra bir kısmımız tutuklandık, Yalçın Hocayla birlikte bir süre de hapis yattık. Ama sonra savcılarımızın işlerini pek de ciddiye almadıkları, hatta Aziz Nesin’in yazısını Yalçın Küçük’e ait sanıp Aziz Nesin yerine Yalçın Küçük’e ceza istedikleri ortaya çıktı. İlk duruşma gülüşmeler eşliğinde yapıldı. Nusret Demiral baktı olmayacak yardımcısını bizim davadan aldı, yerine Nuh Mete Yüksel’i atadı. Yeni gelen de tahliyemizi talep etti, öyle çıktık. Sadece benim için istedikleri ceza 250 yıl civarındaydı.

***

Uğruna savaştıkları, kutsal belledikleri devlet onların da aleyhine döndü zamanla. İslamcılar iktidarı ele geçirince kasetlerini falan yayınlayıp etkisizleştirildiler, kaldırıp bir kenara attılar hepsini. 

Mete Yüksel, ıskartaya çıkarıldıktan sonra oturup “Nuh’un Gemisi” adlı bir kitap yazdı, anılarını anlattı. Sorguladığı, tutuklattığı solculara da yer ayırmıştı kitabında. Haftada bir hücreye buyur ettiği Yalçın Küçük hakkında şöyle diyordu: “Yalçın Küçük ile çok sık karşı karşıya geldik. Kırmızı atkısı ile Ankara DGM’ye sıkça geldi. Ancak bugünkü Yalçın Küçük’ü farklı görüyorum. Bugünkü Yalçın Küçük vatansever bir insan olarak mücadele veriyor. Ülkenin birliği ve laik cumhuriyeti savunuyor.”

12 Eylül hukukunun son kahramanları bunlar. Bir bir ölüp çekildiler tarih sahnesinden. Ama o arada yarattıkları hukuksuzluk bir hukuk ölçüsü haline geldi, adaletsizlik adaletin temel kuralı oldu. Hepsine esinini veren Kenan Evren’in ruhu dolaşıyor ülkede o günlerden beri…

Biz ise değişik sebeplerle mahkeme kapılarındaki mesaimizi sürdürüyoruz. Onları kışkırtan efendileri laikliği ve cumhuriyeti cami avlusuna terk edip kaçtı. Aydınlığı işkencede öldürdüler, geriye zifiri bir karanlık kaldı. O karanlıkta türedi Ortaçağ kaçkını zombiler. Cumhuriyet, laiklik, doğal olarak kadınlar ve çocuklar hedeflerinde, biz yine savunmadayız.
***
O savcıların bu kadar şevkle savundukları rejim yıkılıp devlet İslamcılarca ölü ele geçirilince bizim mahkeme mesailerinin şekli şemali de değişti. Şimdiki savcılar “Tayyiban Rejiminin” savcısı artık. Ne cumhuriyet var duruşma salonlarında ne laiklik haliyle. Adalet derseniz her zamanki gibi adliyelerde görülmüş şey değil. Rejimin eskisiyle yenisi arasındaki tek ortak yan bu adaletsizlik, bu hukuksuzluk.

soL’da yazmaya başladıktan sonra Cübbeli Ahmet ile yaptık açılışı. “Bademleme” iddiasında bulunarak hakaret ettiğimiz iddiasındaydı. Dava açılınca onun “bademleme” değil “badeleme” olduğunu öğrendim. Şeyhin müritlerine “cinsel organını emdirme” ritüelinin tarikatçasıymış bu. Cahillik işte! İlk duruşmada beraat ettim, kurtuldum cübbeli gölgesinden.

Nurettin Yıldız “pedofil” dememize içerlemişti. Mahkemede ceza aldık, inatlaştık Anayasa Mahkemesi lehimize karar verdi. O günden sonra sesi içine kaçtı biraz, mis gibi oldu.  

İhsan Şenocak nam zat şampiyon Kadın Milli Voleybol Takımını hedef almıştı. Burunlarını bile göstermemeleri gerekirken kısa şortlarıyla hoplayıp zıplamalarını hazmedemiyordu. “İhvan usulü IŞİD” demiş bulunmuşum kendimi tutamayarak. Önce karakolda sonra mahkeme salonunda aldık soluğu. Milli takımı savunmayı da benim gibi bir bölücü yıkıcıya nasip ettiler böylece. 

Mustafa Armağan adlı tarihçi taklidi yapan gerici, Mustafa Kemal’in evlatlığı Afet İnan ile yattığı kanısındaydı. Çankaya Köşkünü gezmiş, yatak odalarının yakın olduğunu görünce varmıştı bu kanıya. “Yatak odası tarihçisi” demiş bulunmuşum. Bu kibar deyimi o gün bulamadığımdan ve biraz kabaca söylediğimden davaya dönüştü o da. İki hafta önce mahkeme bu cevaba ceza verilmesine yer olmadığına karar verdi. 

Eğlenceli yanı şu; bu davanın karakol safahatından sonra arabulucu aradı. Davacıya 30 bin lira verirseniz uzlaşacak dedi. “Duruşmaya gelsin elden vereyim” dedim. Mahkeme böylece tarihçiliğine yaptığım eleştirinin bedava olduğuna hükmetti. Artık bedava işler arasındadır. 

Önceki gün Yıldız Teknik Üniversitesi şeyi Bedri Gencer’in şikâyeti üzerine açılan davanın duruşmasındaydık. Dostlarımız, yoldaşlarımız büyük ilgi gösterdi davaya. Geldiler, destek verdiler, şenlikli bir gün geçirdik hep birlikte. Davanın konusu “öküzün tanrısı öküz olur” dememiz. 41 yurttaşımızın ölümü ile sonuçlanan Elâzığ depremi ile bebelerin yatağa atılmaması arasında bağ kurması üzerine sarf etmişim bu sözü. Tamamı şöyle, “Atların ve ineklerin resim çizme kabiliyetleri olsaydı, tanrılarını at veya inek şeklinde çizerlerdi.” Demek atın tanrısı at, ineğin tanrısı inek, öküzün tanrısı öküz olur. Sufiler bunu daha veciz bir şekilde ifade etmişler, “kendini yücelt ki tanrın yücelsin” demişler. Demek ki kendini alçaltırsan tanrın da alçalır. Dediğimiz bu.  Herkesin tanrısı kendine benzer. Bebeleri yatağa atmayı emreden ilahın pek çok benzeri türedi laiklik tepelenince. Gerine gerine gezinip, itiraz edene dava açmakla meşguller artık.

***

Arada Uğur Dündar, Cüneyt Özdemir ve Cüneyt Zapsu parantezleri var ama uzatmayayım. Demem o ki davalar dönemlerinin aynasıdır aynı zamanda. O aynada devleti yönetenlerin hassasiyetlerini görürsünüz. Komünizm ebedi korkularıdır. Kürt sorunu uykularını kaçırmaya yeter de artar. Şimdi bir de laik cumhuriyet korkusuna kapıldılar ki çaresi yoktur.  

***

Depremi bebelerin yatağa atılamamasına bağlamak düşünce özgürlüğü, bunu söyleyene “saçmalama” demek suç. Cumhuriyeti ölü ele geçirenler çocukları götürüp tarikatlara teslim ediyor çünkü, modern esir ticareti için yolu açıyor. Yedinci yüzyılda küçük bir kabilenin sosyal ilişkilerini “evrensel bir model”, uyulması gereken bir “sünnet” olarak dikte ediyor. Ülkenin her yanından kadın ve çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.

Çocuk evliliği sadece dini sebeplerle değil kültürel sebeplerle de gizlice el altından sürüyordu zaten. Bu arkaik kültürel geleneği dinle tahkim ediyorlar şimdi. Sonuç ortada, Türkiye çocuk yaşta evlilikte Avrupa birincisi. Sapkınlık deyip geçemeyiz, dinle tahkim edilmiş yeni Tayyiban Rejimi yüzleştiğimiz. 

Davalarımız işte bundan ibaret. Kendimizi değil çocukları savunuyoruz, kadınları savunuyoruz, laikliği ve cumhuriyeti savunuyoruz. Şeriata geçit yok, bunu diyoruz!