Kıyameti Beklerken

Mayaların derdi neydi bilmiyorum, doğrusu. Merak ettiğimi de söyleyemem. Dünyanın sonunu getirmeye hevesli bir dolu insan, topluluk vardı geçmişte, bugün de var. İnsanlığın evrensel kültür mirası içerisinde elbette değerli bir yeri olan Mayalar da bu eski zaman topluluklarından biri. Takvimlerinde yazdığına göre iki yıl sonra dünyanın sonu gelecek. Son zamanlarda adlarını sık duymamızın nedeni bu.

Ortaya attıkları bu iddianın anında bir tüketim malzemesine dönüştürülmesinin, kapitalizmin kar çarkının hızlı dönmesiyle bir ilgisi var. Sinekten yağ çıkarma konusunda kapitalizmin gücünü inkara ne hacet? Elbette, inanılır ya da inanılmaz, arkasında kültürel, -bence daha çok folklorik- bir birikimin bulunduğu bu iddianın (kimilerine göre kehanetin) üzerine kurulmuş bir “sanayi” oluştu neredeyse. Ben bu “sanayii”nin propagandasından bir güzel etkilenerek, bu iddia temelli olduğu söylenen 2012 adlı kıyamet filmini izledim örneğin. Hoştu. İzleyen başkalarının da beğendiğine tanık oldum. Kaptırmışım kendimi ki, gerçek hayatta bu tür bir kıyamet yaşanmayacakmış duygusuyla izledim filmi. Sinemanın dışında insan kalabalığına karıştığımda, kıyamet “hayal perdesi”nde kalmış oldu haliyle.

Dikkatli izlediğimi sanıyordum, ne var ki, filmden aklımda kalan (Sony adlı insafsız şirketin adı dışında) tek bir kişi adı yok. İki hafta oldu seyredeli ama unutmuşum işte. Biri sorsa, kıyamete (filme) ilişkin tek bir şey söyleyemeyeceğim yani.

Yıllar önce Hindistan’da yüzlerce yoksulun ölümüne yol açan Union Carpet adlı uluslararası bir şirkete ait fabrikada meydana gelen patlamayı unutmadım ama. Yanıbaşımızda patlayan Çernobil’i de. Akıl, vicdanı harekete geçiren yegane organımız diye düşünmez mi şimdi insan? Vicdanı sızlatan akıldır bana sorarsanız. Aklıyla hesabı kesenin vicdanıyla da işi olmuyor. Yitirilmemiş akıllardan söz ediyorum elbette. Akıl yitiminden muzdarip bir talihsizden vicdan sızlaması da, herhalde, beklenemez. Vicdan sahibi olmak da akıl işi. Aklını seven vicdanına danışır çünkü. Kendimi çok akıllı gördüğüm sanılmasın ama şöyle ya da böyle, -bugüne dek bir yararını görmesem de - bir akıl taşıyorum. Union Carpet’i, Çernobil’i bana unutturmayan o. 2012 filmini, sonradan hatırlamak için bile olsa kaydetmeye değer bulmayan, nihayet, tadımı kaçırıp, “kıyamet dün Hindistan’da Çernobil’de, bugün Irak’ta, Afganistan’da yaşandı, yaşanıyor, yarın Yemen’de yaşanacak” diyen de o. Dolayısıyla vicdanımı sızlatan da.

Aklımız da vicdanımız da olmasına rağmen, kör bir vurdumduymazlığa dönüşen bir rahatlığı var çoğumuzun. Ağır sömürü koşullarının bu tür bir rehavete yol açması garip bir insanlık halidir. Kıyamet filmlerini, bizden çok uzak bir senaryo olarak izlemek böyle bir şey.

Irak’a ilk saldırının gerçekleştirilmesinin beklendiği 90’lı yıllarda Adana’da sivil savunma tatbikatı yapılmaktadır. Tatbikat gereği hava saldırısı alarmı veren sirenler çalar. Böyle bir durumda ne yapmaları gerektiğine ilişkin olarak düzenlenmiş bir tatbikat olmasına rağmen, Adana halkının çoğunun aklına, çok belli ki, Irak’ı bombalamaya giden uçakların gün gelip kendilerini de bombalayacakları gelmez. Oysa, tatbikatı düzenleyenlerin bekledikleri, kent halkının sığınaklara kaçmalarıdır. Öyle olmaz tabii ki. Siren sesini duyan çok sayıda insan, evinin balkonundan merakla bakar etrafa ne oluyor diye. Siren seslerini eğlence fuarındaki düdük sanmak, rahat insanların işidir. Benim de aralarında bulunduğum 2012 filmi izleyicileri de siren sesini üzerlerine almayan o kent halkı gibiydik. Çok utandım fark edince.

Filmde, muhteşem bir bilgisayar tekniğiyle yıkılan koca koca binaları görmek, kıyamet’i, güzel tasarlanmış bir seyir haline getirmiş. Ne başarı ama. Irak’ta, binalar, gecekondular, müzeler, dini yapılar, çok daha “muhteşem tasarımlarla” alt üst edildiler oysa. İnsanoğlu/kızının “tasarım”daki muhteşemliğine hiç bir bilgisayar erişemiyor.

Union Carpet patlaması sırasında, yüzlerce Hint yoksulu metrelerce havaya fırladı diye anlatmışlardı kıyamet’in tanıkları. Film hilesi değildi yani. İnsan ihmalinin, kar hırsının, ucuz işgücü kullanma alçaklığının yüzlerce insanı metrelerce yukarıya fırlatması, bilgisayar oyunlarından önce de gerçekleştirilmiş bir “başarı”ydı yani. Genç kuşaklara mutlaka anlatılması gereken bir “başarı”.

Salgın hastalık sonucu terk edilen kasaba konulu filmler tadında bir “gerçeklik”ti Çernobil patlaması. Hala girilemeyen, terk edilmiş bir bölgedir. Her şey var orada yollar, binalar, parklar, bahçeler. Olmayan tek şey insan başta olmak üzere herhangi bir canlı. Bitki bile yok İnsanoğlu/kızı kendi “sessiz kasaba”sının dekorunu kendisi yaratan yegane varlıktır.

Öyle miydi, anlamam ama, Mayalar zamanında ozon tabakası delinmemişti herhalde. Yaşadıkları dönemlerde, denizlerin tehlikeli şekilde kabardığından, bitki örtüsünün insanlığın zararına değişmiş olduğundan söz edene de rastlamadım ben. Ama, kıyamete meraklı bir topluluk oldukları belli. O zamandan kafa yorup, Milattan Sonra 2012’de dünya batacak deyivermişler. Kendi zamanlarında bir türlü buluşamadıkları kıyamet’i, çok çok uzak bir gelecek için tasarlayarak bizlere sunmuşlar anlaşılan.

Kapitalist sömürü düzeninin zamanını tüketmiş insanlığının rahatlığına bakar mısınz? Kıyamet’in içinde yaşarken, Mayaların kıyametinin kopması için 2012’yi bekliyor. Bunlardan biri, benzeri bir kehanete inanıp, 2000 yılında dünya batacak sandığından, malını mülkünü götürüp kiliseye bağışlamış, sonra da intihar etmişti. “Kıyamette bile yıkılmayacağına inandığın kiliseye sığınsaydın bari be adam” demiştim Guardian’da bu haberi okuduğumda.

Şunun şurasında iki yıl kaldı. Attıkları mayanın tutup tumayacağını göreceğimiz Mayaların takviminde Irak, Afganistan, Somali, Yemen saldırılarından pek söz edilmiyor. Eksik bir takvimdir bu.

Olsun. Amerikan takvimi tıkır tıkır çalışıyor nasılsa.

Şaşmaz.