AVMSARAY

Artık şakayla ciddiyet birbirine karıştığından Recep Tayyip Erdoğan’ın KaçAksaray’la ilgili olarak “burayı gören yabancılar burası büyük bir devlet diyor” dediğine gerçekten inanmamıştım. Muhterem her ne kadar kitap okumayan, estetik bilimine uzak biriyse de en azından “büyük devlet” olmanın başka ölçüleri olduğunu bilir sanırdım çünkü. Pasaportu her hangi bir ülkenin gümrüğünde saygı gören ülkeye “büyük” ya da” saygın” sıfatını yakıştırırlar genellikle. Recep beye bunu birileri öğretmiştir bunca zamandır diye düşünüyordum.

Öyle değilmiş meğer. “Saray”ını savunurken ciddi ciddi etmiş o lafı. Yani yabancılar öyle demişler Recep beye. Bir yabancı konuğun durup dururken böyle bir laf edeceğini düşünemiyorum doğrusu. Karşısındakini, egosunu okşayayım derken,  “görgüsüz” derekesine indirecek böyle bir cümle kurar mı bir konuk, sanmam. Muhtemelen, öyleyse gerçekten çok utandırıcı bir durumdur bu, Recep bey, hazır ziyaret etmişken sarayı nasıl bulduklarını sormuştur konuklarına.

Sorunun muhatabı ya kibarlığından etmiştir o lafı, (beğenmedim diyecek hali yok ya) ya da, kusur bakmasın ama, sayın Cumhurbaşkanı’yla kafa bulmuştur. Baktılar ki, “büyük devlet” olmaktan gerçekten büyük büyük yapılar yapmayı anlayan biri var karşılarında, neden bulmasınlar?

Her ne kadar önüne “kaçak” takısını koysak da biz de saray diyoruz bu heybetli yapıya. Oysa, hani o malum saraylarla uzaktan yakından ilgisi olmayan estetik dışı bir yapı bu. Saray’ın elbette karikatürü bile olmayan bu taş yığını bildiğin AVM aslında. Kalkınmaktan otel ya da alışveriş merkezi inşa etmeyi anlayan birine uygun bir yapı elbette.

Bir muktedir, neden heybetli, büyük bir saray ya da anıt yaptırır? Buna, yaşamın sınırlı olduğunu düşünüp, dolayısıyla varoluşsal kaygı içinde bocalayanların uzun süre hatırlanmak amacıyla başvurdukları söylenir. Önce kaçAksaray, sonra yanıbaşındaki büyükçe camii, İstanbul’daki Mimar Sinan camisi gibi büyük yapılara bakıldığında Recep beyin de varoluşsal kaygılar içinde bocaladığını, adeta kendisini unutturmamak için anıtlar, saraylar, mabedler yaptırdığını düşünebilir insan. Dilediği kadar “milletimindir” demiş olsun, emri hak vaki olduktan yıllar sonra bile bu yapının Recep beyin “saray”ı olduğu söylenecek haliyle.

Gidebileceği bir “öteki dünya” olduğuna inanan “iman sahipleri”nin bu dünyada iz bırakma çabası nedir, anlamak zordur benim için. Demek ki metafizik inanışları da, o terbiye etmeye hep çabaladıkları “nefsleri” de yaşamın gerçeğine yenik düşüyor bu “imanlıların”. Başka ne olabilir ki?

Bu hiç değişmiyor. Dün de bugün de karşılaşılan bir durum bu. Örneğin arada bin yıldan fazla bir zaman farkı da olsa Cordoba Emiri III. Abdurrahman ile Recep bey “aynı zaman diliminde” yaşamış gibiler adeta.

Emir Abdurrahman 936’da, Cordoba’nın kuzeybatısında otoritesini gösterecek bir saray yaptırdı, derler. On bin işçinin sarayın dört büyük sütununu dikmek için aylarca insanlık dışı koşullarda çalıştırıldığı söylenir. Saray tamamlandığında dört binden fazla köle ile 6 bin 300 cariyenin de sarayda yaşadığı yazılıdır. Onun da gerekçesi hem kendisinin hem de emirliğinin gücünü, büyüklüğünü dosta, düşmana göstermekti. Kafa değişmiyor demek ki.

Tabii, şimdi Recep beyi israfından ötürü eleştirenler olduğu gibi o zaman da Abdurrahman’ı özellikle saray salonunun tavanını altınla, gümüşle kaplattığı için eleştirenler oldu. Adaletsever bir kadı olduğunu söylerler bu eleştiriyi yapanın. Akibetinin ne olduğu konusunda bir bilgim yok maalesef.

Nedeni bilinmiyor ama Emir’in daha sonra sarayında içine kapanık, kimseyle görüşmeyen birine dönüştüğü yazılıdır.  Güç sahibi olmak ya da kendinde güç vehmetmek kişiyi yalnızlaştırıyor belki de. Fatih Sultan Mehmet’in de asla bir başkasıyla aynı sofraya oturmadığını okumuştum bir yerde. “Zatımla kimse aynı sofrada yiyemez” dermiş. Yani “güç”ü sergilemeye evet, ama onu yemek sofrasında bile bir başkasıyla “paylaşmaya”, hayır. Kibir de güç gibi yalnızlaştırır.

Recep bey, tabii yalnızlaşmış değil. Muhtarlardan, “sanatçılara” kadar herkesi AVMsaray’daki sofrasına davet ediyor.  Belki şimdilik “güç”ü sergileme aşamasındadır. Yalnızlaşmaya bir az daha zaman var. Göreceğiz.

“Gören burası büyük devlet diyor” derken buna gerçekten inanıyorsa Recep bey, yaptığının doğrudan doğruya “göz boyamak” olduğunu da kabul ediyordur herhalde. Ağırladığı konukları da “büyük devlet” olmaktan aynı şeyler anlıyorsa, böyle düşünmekte haklıdır belki de.  Roma imparatorluğu deyince her anlamda “büyüklük” gelir akla. Arenalar, tiyatrolar, hamamlar, su kemerleri, yollar, hep Roma ihtişamı anlatılırken mutlaka sözü edilen “büyüklükler”dir. Ama bu “büyüklüklerin” arkasında uzun sürmüş güçlü idare mekanizması, iyi yönetilen bir maliye vardır. Roma’daki yapılar ile Recep beyin “saray”ının ortak olan tek özellikleri köle/işçi emeği ile “kibir” üzerinde “yükselmeleri”dir olsa olsa. Hepsi bu.

Bir futbol topunun sahibi olduğu için onca yeteneksizliğine rağmen takıma alınan çocuk açısından o futbol topu neyi ifade ediyorsa, Recep bey için de “saray”ı aynısını ifade ediyor.

Ama takıma kabul edilmesinde top çocuğun işine her zaman yarayabilir. Recep beyin “saray”ı için aynı şeyi söyleyemem.

Görgüsüzlüğü hazmedecek bir “takım” yoktur herhalde…