Tutkunu olduğum büyük Stefan Zweig’ın Birinci Paylaşım Savaşı sırasında tuttuğu günlüğünde kendisi gibi savaş heyecanını duymayanlardan, “erkek yok içimizde” sözleriyle yakınmasını, iflah olmaz bir kadın düşkünü de olsa, ne maçoluğuna, ne de cinsiyetçi oluşuna yormuştum. Zweig bu cümlelerle savaşın bir “erkek işi” olduğunu bir an kabul ediyor, “işini” yapmayan erkeklere kızgınlığını ifade ediyordu sadece. Tersini hiç düşünmemiştim, doğrusu.
Düşünmemiştim, çünkü Zweig’ın, hem, okuyabildiğim tüm kitaplarında, hem de, yine az çok bildiğim, son derece trajik bitmiş yaşamında, insanlar arasında herhangi bir ayrıma pirim vermediğini biliyordum. Kendini iyi tanıtanlar hakkında “yanlış” düşünmenin olanağı var mı?
Osman Çutsay’ın, zevkle, ama daha çok ibretle, her zamanki gibi de yararlanarak okuduğum son kitabına verdiği Öfke adı için de aynısını düşündüm. Bu “öfke”, Çutsay adına konuşmak istemem ama, “bireysel” bir kızgınlık ifadesi olmaktan çok, yola çıktıklarının, ya da “yolda” buluştuklarının, hiç tanışmamış oldukları da dahil, yeteneklerini kabul ettiği kimi edebiyat/sanat figürlerinin içine düştükleri halleri betimleyen “toplumsal” bir kabul edemezliğin ifadesi. Kendilerinden aslında iyi şeyler çıkacağına inandıklarının, kendi deyişiyle, “sanattaki çürüme”ye katkılarını, Çutsay’ın uğruna savaştığı toplum adına yapılan büyük kötülük sayarak itiraz etmesi de denebilir buna pekala. Zaman zaman çok sert olan üslubuna rağmen Çutsay’ın “Öfke”si kendisini merkeze koyarak karşı olduklarına duyduğu kişisel bir kızgınlık değil. Yakından bilen biri olarak söyleme hakkım var; hiçbir meseleyi kişiselleştirmemek gibi bir erdeme sahip çok az sayıdaki sosyalist aydından biridir Çutsay. Kendisine karşı yapılanlara aldırmazlığını yakından tanıyanlar bilirler.
Kitabı okudukça Çutsay’ın daha çok kendisine öfkelendiğini düşündüm. Kitapta yer alan bir söyleşide Edebiyat Dostları dergisini beraber çıkardığı, sonradan “yol”dan sapan “arkadaşlarına” ilişkin “kabahat bende, benim değerlendirmelerimdeki eksiklikte” deyişi kendisine yönelik “eleştirel öfke”nin de vurgusu aslında. Bu sözlerinden bir büyüklenme havası sezebilir kimileri, ama o dergiye hayat verenin bizatihi kendisi olduğunu bilenler için bu söz konusu değil elbette. “Yol”da bırakılmış müthiş bir entelektüel olarak “büyüklense” de hakkıdır ayrıca.
Bir uçak yolculuğundaydı. Osman’ın da çok yakınlarında olmuş bir “büyük gazeteci” ile karşılaşmıştım. Nerede çıkar varsa oraya zıplayan bir “çekirge”ydi bu. Söz Osman’dan açılınca, “o da duvara çarpanlardandı” deyivermişti. Çekirge aklı bu kadar olurdu işte. Osman da, ben de, bizim kuşaktan bir çok kişi de, evet, duvara çarpmıştık, doğru. Osman, ben, bizler sadece çarpmıştık, bu zavallı ise “duvarın altında” kalmıştı. Bu küstah sözlere yanıtım, “ama sen çarpmadın. İyi sıçrıyorsun çünkü” demek olmuştu sadece. Gerisi yolculuk boyunca hiç karşılaşmamak, pasaport kuyruğunda rastlaşmamaktı.
Osman, kitabında bu “çekirgeleri” anlatıyor aslında. Bir zamanlar bunların solumuza bulaşmış olmalarını, sonradan, eğer düşünce temelli bir terk ediş değilse, hainliğe varan bir “vazgeçen” olmakla yetinmeyip, “düzen edebiyatı” oluşturma çabalarını sergiliyor. Çok da iyi yapıyor, çünkü bu figürlerin, Osman’ın kurmaya çalıştığı edebiyatın sancılı, acılı yolunda küçük çakıl taşları oluşlarının tarihçesi, bugün mutlaka bilinmesi gereken bir öneme sahip. “Nasıl böyle oldular”ın açıklanması bu “kendini düzene kaptırmışlar” özelinde, sermayenin yandaş yetiştirme taktiklerini öğrenmemiz açısından da çok ama çok yararlı. Osman’ın Öfke’si, geçmişi unutmaya meyilli hafızamızı uyandıran faydalı bir tokat gibi gerçekten.
Bu dört dörtlük entelektüel, edebi kudreti bence tartışılmaz olan bu yazı/düşünce adamı aslında bir vefa adamı da. Eleştirimizin büyük adı, aynı oranda da büyük küskünü Hüseyin Çöntürk’ü unutturmama çabası bile, tek başına, Osman’ın “iyi insanlık” karnesindeki en yüksek notu hak ediyor. Osman, yani bu tabu yıkıcı entelektüel, bu yıkıcılığını “entelektüel şiddet” olarak tanımladı hep. “Silahı” sosyalizm kuramı olan bir “şiddet. Edebiyatın, toplumsal ilerlemeye, değişime engel küflü kafalarını, aslında onları da kurtaracak olan bu “şiddet”le düzeltmeye çabaladı. Sosyalizme olan sarsılmaz inancıyla bu mücadelesinde “popülizm”e kendisini kaptıranları girdikleri çukurdan çıkaramadı ama. Eğer, Çutsay’ın çarptığı bir “duvar” varsa budur. Bencillikten, sermaye sevgisinden, düzene yamanma tutkusundan oluşmuş bir “duvar”dır bu.
Çarptı ama aştı. “Yol”da bırakılmıştı, ama hala “yol”da. Ancak “yol” da uzun mu uzun. Osman’ın bu yolu katedecek soluğu da var inancı da.
Öfke’yi okuyan anlayacak zaten.