Korku

Korkularımız ne çoktur. Korkup da görmezden geldiğimiz, gerçeklerle yüzleşmediğimiz, gözümüzü dikip  dimdik salt gerçeğe bakacağımıza, bakışlarımızı kaçırdığımız, boyun eğdiğimiz, üstelik bunun için de ezildiğimiz, özsaygımızı yitirdiğimiz. 

Gerçeğin çevresinden dolana dolana bir ömrü heba ettiğimiz. Yorulduğumuz, yıprandığımız, aşındığımız, söndüğümüz, karardığımız, ışıltımızın uçtuğu. Gerek var mı bu kadar bünyeyi zorlamaya, kör, sağır, dilsiz olmaya? 

Nedir hayat uzun lafın kısası? Bu soruya ancak en güzel yanıtı şairler verebilir gibime geliyor. Yoksa tavsamış uzun cümlelere tahammülü yok ki geçen zamanın. Zaman geçmede, kimi kez uçan kuşun kanadında, kimi kez metropollerin göbeğinde,  fabrika önlerinde, Gülsan’da.  Fabrika önlerinde Flormar’ın direnişçi işçilerinde, kişisel tarihleriyle ülke tarihinin çakışmasında bugünlerden yarına kalacak olan.  Kışta kıyamette, örtülmüş gözlerde, tıkanmış kulaklarda, başını öteye çeviren tedirgin insanda. Gören gözler görmez olmuş mu demeliyiz? Öylesine haklı, öylesine yalın, öylesine kanuna nizama uygun. Uygun değil mi yani? Sözgelimi sendikalılık hak değil mi? Öyle yazılmamış mı? Öyle belirtilmemiş mi iş kanunlarında, şunda bunda. 

O zaman? 

Peki,  bugün yaşanan? 

Bugüne dair özellikle ve özellikle Flormar işçilerinin  sesinin şimdilik karşılıksız kalmasında korkunç bir patron sınıfı refleksi var benim gördüğüm. Bir “ödün” verirlerse eğer, ipin ucunu kaçıracaklarından korkuyorlar belli. Tek vücut olunmuş. Sinilmiş,  bekleniyor, gözleniyor Flormar işçisi.

En haklı mücadele, en yalın mücadele, en doğru mücadele karşısında kenetlenmiş bir patronlar kokteyli bu. Karışmış, belli belirsiz, tatlar kokular birbirine geçmiş. Başka bir şeye dönüşmüş desem, pek değil. Salt kendisi. Olduğu gibi. Zehri içinde, kini saklanmış, alıcı kuş misali zaman kollamada bir puslu hava bekler misali. Sevmiyorum bu durumu. Anlamsız, haksız, hukuksuz, niye ki? Ne gerek var tüm bunlara? 

Neden? Ne diye bekletilsin cânım işçiler kışta kıyamette? Sendika giremiyor mu bugün yani ülkemin fabrikalarına, işyerlerine. Hani örgütlendiler diye Petrol-İş’te?  

En saftirik soruları sıralamışım  gibi mi geldi ey okur? 

Bence değil. Gına geldi iri laflardan, cancanlı retoriklerden, insanın içini bayan yalan dolan beyanlardan, meyanlardan. Niye yalan söyler insan? Neden ihtiyaç duyar? Peki koca bir sistem nasıl yalan üzerine kurulur? Kandırmaca, aldatmaca üzerine inşa edilir? Ve en acıtan içini insanın, koca yalana, yalan olduğunu bile bile milyonlar niye inanır? 

Nedir inancımızı yalanda  bunca kenetlemiş olan. Doğruya değil de eğriye eğilim? Eğri güçlü olduğu için mi? Güç karşısında bu kadar mı aciz insan? Bu kadar mı küçük, bu kadar mı işgüzâr? 

Aslında kimsenin kimseye kandığı yok mu yani? Yoksa kralın çıplak olduğunu herkes görüyor da başını eğip görmezden geliyor öyle mi? Başını omuzlarının arasına saklayıp, biraz daha kamburlaşarak, biraz daha mutsuzlaşarak, biraz daha küçülerek, biraz daha büzülerek, ecişleşip bücüşleşip kara karanlıklara teslim ola ola, boğazındaki yumruyu yutamaya yutamaya, tedirgin, huzursuz, sinirli, keskin sirke küpüne zarar misâli yürüyüp gidiyor yani.  

Öylece yürüyüp gidiyor, sahi mi? 

Alışmak istemiyorum. İnsanın insanı sömürmesi alışılacak bir durum değil. Bunun normalleşmesi, buna boyun eğilmesi, suskun kalınması, görmezden gelinmesi…

Buna alışılmaz. 

Niyeyse Flormar işçileri, ama özellikle mücadele eden kadın işçiler en başta geliyor aklıma. En önce, evet en başta. Ülkemde kadın bu kadar eve hapsedilmişken, kadın işsizliği tavan yapmışken, kadına yönelik örgütlü gericilik atağa geçmişken işinin peşinde, haklarını kovalayan öfkeli kadınlar nasıl güzel geliyor gözüme, nasıl omuzdaş, nasıl candaş.  

Sonra apansız Turgay Fişekçi’nin güzelim şiiri düşüyor aklıma.  Yine.  Hep aklımın bir köşesinde demek ki. Zaten şiir “yazana değil ihtiyacı olana ait” değil midir? 

Hüzün Adlı Kız Çocuğuna yazılan bir şiir bu. Ancak bu çocuklar  atıyorlar  korkuyu üzerilerinden.   Öyle görünüyor. Korkular silkilip atılıyor yakalardan.  O zaman şiir gelsin, renk gelsin, dans gelsin, hoş gelsin. Buyrunuz: 

Yavrucuğum, annen seni / Yerleştirdiğinde içine /Bakla tarlasında ipekten bir sarı ottu.

-Bir ağacın üzerinde izlerdim onu / Üzerinde kundak bezi mi / ilkokul önlüğü mü belirsiz giysisi / Altında çiçek sapları bir çift eğri bacak / Beyaz yakasının ortasında uysal başı papatya- 

Bir avuç su damlasıydı / Güneş ve rüzgarla / Altın oldu

Annen özgürlüksüz bir dünyada yaşadı yavrucuğum / Saçları kesildi / Anahtarı yalnız kendisinde olan bir evi hiç olmadı / Belki bundan, sessizlik ve geceden korktu

Bir çocuğu oldu kendinden uzak / Kardeşin erkekti ama tıpkı annesi / Bakışları ezik ve yumuşak / Sesi kedi sızlamaları / Düşlerinde annesini dövülürken görürdü

Annen âşık bir kadındı yavrucuğum / Seni hep özledi / Yüzünde Nataşa’ın Mado’nun Valya’nın çizgileri / Ve güldüğünde bir ay oluveren ağzı / Yine de çiğnemedi dünyayı / Kimi zaman yaşamayı denese de / Bir düşünce olarak sevdi sevgiyi

Ben annenin karşısında hep yalnızdım Hüzün’cüğüm / Anneni sevdiğim için acı çektim / Veremli bir cam işçisinin üflediği / Kanla boyanan çeşmibülbül gibi / Sonsuz renkliliğinde sevgimizin / Kanımın kızıllığı parlardı / Gün geldi / Yalnızlığın onuru / İnsanlığın onursuzluğu oldu.