'Sosyal demokrat söylemlerle sosyalist oyların önüne en az 50 yıldır set çekiliyor. Oylar birleştirilse de bir türlü iktidar olamıyorlar. Olduklarında ise kapitalizmin siyasetini güdüyorlar.'
CHP’nin en “sol” olduğu yıllar, dünyada sol rüzgarların sert estiği 1970’lerdeki Ecevit dönemidir. Özellikle 1977 genel seçim sürecinde “Toprak işleyenin, su kullananın” sözü dillerden düşmemiş; sosyalist solda yer alan hareketlerin bir kesimi söylemin çekiciliğine kapılmış; dağa-taşa “umudumuz Ecevit” yazmıştı. CHP o seçimlerde %41,5 oy aldı. Ecevit kendisiyle yapılan söyleşilerde, sosyalizmin önüne set çekmek amacıyla böyle bir strateji uyguladığını söylüyordu. Verdiği baraj örneği ünlüdür. Kabaca şöyleydi; “Su, çok güçlü geliyorsa barajı yıkabilir, birkaç kilometre uzağına bir bent daha yaparsanız biriken su daha geniş alana yayılacağı için tehlike kalkar.”
Sosyal demokrasinin temel görevi, kapitalist düzenin gelişmesini sağlamak ve sürekliliğini güvenceye almaktır. Ecevit, bu gerçeği dile getiriyordu.
Aradan yaklaşık 50 yıl geçti. Sol rüzgarlar eskisi kadar sert esmiyor. Sosyal demokrat siyasetin, sosyalizmi çağrıştıran söylemlere gereksinmesi kalmadı. Ekseni, alabildiğince sağa kaydı. Aslında sosyal demokrat denilebilecek bir siyaset de kalmadı. Dün kurtulmaya çalıştığımız siyasetlerle birlik olup bizi kurtarmaya soyundu. Sosyalizme kapı aralamak gibi niyetlerinin olmadığı şimdi çok daha net görülebiliyor.
Bütün bu gerçeklere karşın yine de “önce AKP’den kurtulmalıyız” söylemi işe yarıyor. Bunda, stratejilerini yalnızca AKP karşıtlığı üzerine kuran düzen muhalefetinin katkısının payı çok. Geçtiğimiz 22 yıl süresinde, epeyce malzeme biriktiği için halkı inandırmakta zorlanmıyorlar. Yolsuzluk dışında söyleyecek sözleri olmayan partiler bu sayede, milyonları peşinden sürükleme gücüne erişiyor. Çekim gücünden, kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlar da etkileniyor. Ve sosyalist oyların önüne gönüllülerden oluşan bir set çekiliyor.
Kurguyu biraz açalım: emperyalizmin yaşam güdüleri olan, doğanın ve ülkelerin talan edilmesinin; emek sömürüsünün; eşitsizliklerin ve bunların yol açtığı olumsuzlukların sorumluluğu, kötü niyetli ya da acemi siyasetçilerin üzerine yıkılıyor. Dikkatler, gelecekte yapılacak seçimlere yoğunlaştırılıyor. Kitleler, deyim yerindeyse “beklemeye alınıyor” Böylelikle sistemi zora sokacak olası tepkilerin, örgütlenmelerin ve direnişlerin önü kesiliyor.
Oysa sosyal demokrasi, sosyalizmin bekleme odası olarak kullanılmaya hiç elverişli bir yer değil. Düzenin koruyucusu, sosyalistlere kapı aralamaz. Soldan darbeler alırsa taban yitirmemek kaygısıyla sola yönelebilir. Ama hepsi o kadar.
12 Eylül 1980 cuntasından çıkıldığı süreçte tek başına iktidar olan ANAP dışında ülkeyi sosyal demokrat partilerin de olduğu koalisyonlar yönetti. Anayasa’da 1992 yılında özelleştirme tanımı yapıldı. DSP, 2001 yılında Dünya Bankasının Kemal Derviş adlı üst düzey bir çalışanını getirip koalisyon partisi yetkileriyle donattı. Yağmanın yasal altyapısı bu dönemde hazırlandı. Gizli tutulan yasalarda tanımı olmayan Bakanlar Kurulu prensip kararı adlı bir belge düzenlenerek emperyalist odakların işine yarayacak Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu adlı bir örgüt kuruldu. Bakanlar ile yerli-yabancı tekellerin üst düzey yöneticilerinin ortak kararlar alıp uygulayacağı platformlar oluşturuldu. Emperyalist odaklara, elde edecekleri kârlarını transfer etmekte güçlük çıkarılmayacağı; bürokratik işlemlerle uğraştırılmayacakları sözleri verildi. Türkiye’de işçi maliyetlerinin ucuz olduğunun vurgulandığı reklamlar yapıldı. Esnek çalışma olarak adlandırılan kölelik koşullarının tohumları atıldı. Bakanlar Kurulu Prensip Kararı adı verilen belgede, “kamu hizmeti zihniyetinin” ortadan kaldırılacağı bile yazıyordu. Kemal Derviş’e daha sonra CHP de sahip çıktı, milletvekili yaptı. AKP iktidarlarının ilk yıllarında esas olarak Derviş yasaları uygulandı. Bugün bile izlerini görüyoruz.
Sosyal demokrat söylemlerle sosyalist oyların önüne en az 50 yıldır set çekiliyor. Oylar birleştirilse de bir türlü iktidar olamıyorlar. Olduklarında ise kapitalizmin siyasetini güdüyorlar. Üye bileşimleri de mücadeleye uygun değil. Bu yüzden her seçimde durum daha vahimleşiyor.
Gerçekçi olalım.