Üstünler, hukuklarını sınıf çıkarlarını gözetecek bir anlayışla kurar. Hukukun yalın kılıç üstünlük için mücadele verdiği görülmemiştir.
Anayasa Mahkemesinin Can Atalay ile ilgili kararının bağlayıcılığı sorununa milletçe kilitlendik. Haksız değiliz. Kriz ortamında yaşıyoruz. Göz gözü görmüyor. Tehdit öylesine büyük ki; İktidar bileşenlerinin özlemleri gerçekleşir de Anayasa değiştirilirse, fiili durum, üstelik katmerlenmiş olarak, Anayasal güvenceye kavuşacak.
Hukuksal bir sorunun tartışılmadığını biliyoruz; buna gerek olmadığını da… Anayasanın 153. Maddesindeki kural çok açık. Maddede aynen; “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar” yazıyor.
Maddede adları; sıfatları; statüleri; konumları; durumları sıralananlar, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymak zorundalar. “Hiçbiri” sayılanlar uymak zorunda değil.
Dünyevileşmiş bir siyasette “hiçbiri” olmak zor. Seçimlerle gelenler, bugün olduğu gibi, düzenin yerleşik kurumlarıyla, kurallarıyla, kültürüyle, gelenekleriyle hesaplaşmak zorunda kalıyorlar. Çok fazla emek, para ve zaman harcanıyor. Başarıları gölgeleniyor.
Sermayeye engelsiz bir dünya armağan edebilmenin en güvenilir yolu, siyasete kutsallık kazandırılmasından geçiyor. İktidarın kutsallaştırılması, sanıldığı kadar zor değil. Emperyalizmde oyun çok. Ülke zenginliklerini; varlıklarını; kaynaklarını ustalıkla dağıtmayı becerebilen iktidarlar, “Tanrı iradesiyle gökten zembille indirildiklerine” inanmaya hazır çok sayıda seçmen bulabiliyorlar.
Ülkede çok tuzak kuruldu. Görmek, gecikmeksizin önlemler geliştirmek zorundayız. Yaşananların, Ceza Mahkemesi; Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasındaki üstünlük sorununa indirgenerek tartıştırılması bile tuzaktır belki. Yargı kurumlarının, verdikleri kararların üstünlüğü adına, Anayasa değişikliği çalışmalarına katkı vermeleri bekleniyor olabilir. Bürokratik mecralarda “üstün olmak” önemli bir mücadele konusudur.
Tayyip Erdoğan Mart 2016 tarihinde Anayasa Mahkemesinin Can Dündar ve Erdem Gül ile ilgili “hakları ihlal edilmiştir” kararını beğenmemiş; “uymuyorum, saygı da duymuyorum” demiş; yerel mahkemeyi kararında direnmediği için suçlamıştı. Eleştirilerine rağmen Erdem ve Gül serbest bırakılmış, olay unutulmuştu.
Tartışmaların bugün geldiği nokta Ülkede hukuksuzluk adına çok yol alındığını gösteriyor.
Hukuk, hangi güç karşısında üstün?
Hukuk, sırf öyle tanımlandığı için üstün değildir. Tarihinin her döneminde, sahip çıkabilenlerin yanında saf tutmuştur. Hukukun üstünlüğü gibi lafları bir yana bırakalım. Gelişkin demokrasiye sahip olduğu varsayılan ülkelerde sözcükleriyle başlayan cümlelere de itibar etmeyelim.
Onlara demokratik unvanı verilmesinin süs olmaktan öte anlamı yoktur. Aldatmaya yöneliktir. Dünya nimetlerinden daha çok yararlanıp zenginleşen ülkeler, halklarına daha çok pay verebilmişler, bu özellikleri bize, demokrasileri gelişkin diye algılatılmıştır.
Üstünler, hukuklarını sınıf çıkarlarını gözetecek bir anlayışla kurar. Hukukun yalın kılıç üstünlük için mücadele verdiği görülmemiştir. Sermayenin kurduğu düzen, ikna, baskı, aldatma gibi yöntemlerle topluma dayatılır, içselleştirilir. Gücü olan sınıflar/kesimler, örgütlülükleri ölçüsünde egemenlerin hukukunda gedikler açmayı başarabilir.
Hukuk konusunda umutsuzluğa kapılmayalım: On ikinci Kalkınma Planı (2024-2028) yıllarını kapsıyor. Ancak belki de İstanbul’un Fethinin 600. Yılına denk gelmesi için 2053 yılına ilişkin hedefler de belirlenmiş. Planın 267 sayılı Paragrafında; “insanı önceleyen…hızlı işleyen…yatırım, istihdam, üretim ve ihracat süreçlerindeki bürokratik en iyileştirme ve hukukiliğin tesisi ile Türkiye’nin doğrudan yatırım yapılacak ilk ülkeler arasında tercih edilen bir konuma gelmesi hedeflenmektedir…” sözlerinin de olduğu cümleler dikkat çekiyor.
Sözcükleri sınıf gözlüğüyle değerlendirelim: Uluslararası tekellere dikensiz gül bahçesi vaat edildiğini görürüz.