'AKP devrini kapatmaktan daha da önemli olacak şey, en azından neoliberal paradigmanın geride bırakıldığı yeni bir toplumsal ve ekonomik düzenin kurulmasına yoğunlaşılması olacaktır.'

Halkı yoksullaştıran düzen

Dayanışma Meclisi’ni temsilen sevgili Burçak Özoğlu ile birlikte Pazar günü (12 Aralık 2021) Dikmen Dayanışma Komitesi’nin düzenlediği bir panele katıldık. “Halkı Yoksullaştıran bu Düzen Değişmeli” başlığını taşıyan bu paneli yöneten de Ali Rıza Aydın dostumuzdu. Bu buluşma, Dayanışma Meclisimizin bir Dayanışma Komitesi ile birlikte düzenlediği ilk etkinlik olma özelliğini de taşıyordu. Benzer örneklerin çoğalması dileğiyle emeği geçenlere teşekkür etmemiz gerekiyor. 

Panelde Burçak ile birbirimizi tamamlayan sunuşlar gerçekleştirdik. Toplantının bir saatini sunuşlara ayırdıktan sonra 75 dakika boyunca da sözü salondan gelen yorumlara/sorulara ve onlara verdiğimiz yanıtlara ayırdık. Çok canlı geçen ve ilk bölümdeki sunuşlarımızın sınırlarını fazlasıyla genişleten bu ikinci bölüme burada fazla yer vermeden ben ilk bölümde sunduğum çerçeveyi buraya aktarmak istiyorum. Konuya “değiştirmek istediğimiz şey nedir?” sorusunu sorarak başlamıştım; aynı sorudan devam edelim. 

Değiştirmek istediğimiz şey nedir?

Birincisi, en geniş anlamda sistemdir yani içinde bulunduğumuz kapitalist düzendir; her şeyin düğümlendiği yer orasıdır. Bunu bir an için bile aklımızdan ve görüş alanımızdan çıkarmamamız gerekir, çünkü sistemin temellerini yani üretim ve bölüşüm ilişkilerini hedefe almayan hiçbir hareket devrimci bir dönüşümün taşıyıcısı olduğunu iddia edemez. “Emekçilerin Cumhuriyeti” hayalimiz varsa eğer, ki Dayanışma Meclisi’nin hedefi budur, sistemle ve onun yönetici sınıfıyla hesaplaşmadan bu hedefe varmamız mümkün olmayacaktır.

İkincisi, daha dar anlamda, kapitalist sistemin neoliberal birikim rejiminii yani sermayenin sınırsız sömürü düzenini değiştirmeye talip olabiliriz. Sermayenin düzenleme rejiminde gedikler açmaya, onu emek yönlü değişimlere zorlamaya çalışmak dahi güçlü ve örgütlü bir halk desteğini gerektirecektir. Ama aynı zamanda muhalif toplumsal hareketleri bu doğrultuda örgütleyip yönlendirecek güçlü bir siyasi iradenin oluşmasını gerektirir. Bunu “sosyal demokrat” hareketlerden bekleyebiliyor muyuz? Bu konuda, sadece Türkiye bağlamında değil dünya çapında sorunlu bir alana girmiş oluyoruz. Sorunlu alan, çünkü “sosyal demokrasi” neoliberal sistemin yöneticiliğine soyunduğu 1980’lerden itibaren sorunları çözen tarafta bulunmuyor. Neoliberal düzenleme rejimine karşı eleştiriler, geleneksel sosyal demokrasiden kopan daha sol hareketlerden ve elbette gene sosyalistlerden geliyor. Peki, Türkiye açısından geniş kitle tabanına sahip böyle siyasi irade oluşmuş veya oluşmakta mıdır? Buna olumlu yanıt veremiyoruz.

Üçüncüsü en dar anlamda değiştirmek istediğimiz şey, bugünkü aydınlanma ve cumhuriyet karşıtı sermaye iktidarıdır. Ama dikkat, burada toplumsal güçler bir başka sermaye iktidarı oluşturmak üzere harekete geçirilmiş olmakta. Cumhuriyet karşıtlığının törpülendiği, yolsuzluk ve israf ekonomisinin frenlendiği, kamu ihale düzeninin saydamlaştırıldığı, kamu yönetim sisteminin erkler ayrılığını gözetecek biçimde düzenlendiği ve üst düzey kamu yöneticilerinin liyakat esasına göre belirlendiği bir daha akılcı bir kapitalist düzendir hedeflenen. 

Güncel Türkiye örneğinden bakıldığında, AKP döneminin tahribatı o kadar büyüktür ki, şimdi herkes bu üçüncü şıkta sayılan kazanımlara ve dinci faşizan iktidarı devirmeye odaklanmış durumda. Ötesine bakılmıyor, hatta güncelin baskısı altında adeta sorgulanması dahi engelleniyor. Burada bir sorun var. 

Bu arada, sanayileşmiş kapitalist ülkeler ile bizim gibi görece geri çevre ülkeler arasında gelir dağılımı bakımından bazı farklılıklar olmakla birlikte (ABD’yi hariç tutarsak, çevre ülkelerinde gelir dağılımı daha bozuktur), ortalama ücretlerin ve asgari ücretin gelişmiş ülkelerde görece yüksekliğine bakıp oraların işçi cenneti sanılması büyük bir yanılsama ve yanılgı olacaktır. Oralarda da sistem sömürüye dayalıdır, sömürünün nesnesi her zaman emekçiler, öznesi de sermayedarlardır. İktidarlar sadece aracıdır. Batı Avrupa’da asgari ücretler, satın alma gücü bakımından kendi ülkelerindeki fiyat oluşumlarına göre yetersiz kalan ücret düzeyleridir; bu nedenle de ortalama ücretlerin oldukça altındadır ve görece daha dar kesimleri ilgilendirir. Dolayısıyla bu ücret düzeylerini mevcut TL kurundan çarpıp Türkiye’de kazanabileceği yüksek satın alma gücüne bakılamaz. (Batı Avrupalı bir işçi asgari ücretini Türkiye’de harcıyor olsaydı 20 bin TL’nin üzerine çıkan rahat bir satın alma gücüne kavuşurdu ama kendi ülkesinde zar zor geçinirdi). Dolayısıyla kapitalist sistemin bölüşüm ilişkilerinin temeli çok benzerdir.

Bölüşüm ilişkilerine devletin müdahalesi

Bölüşüm ilişkilerini iki düzeyde ele alabiliriz: Birincil ve ikincil bölüşüm ilişkileri. 

Birincil bölüşüm ilişkileri kapitalist piyasada emek-sermaye arasında kurulan ilişkilerdir ve aralarındaki güç dengeleri toplumdaki örgütlü sınıfsal varoluşlarına göre belirlenir. Bu bölüşüm düzeyinde sermaye devletten daha belirleyici bir konumdadır. Ancak devletin rolü olmadan bu belirleyiciliğini kuramaz ve sürdüremez. Devlet bu düzeyde dahi müdahale araçlarına sahiptir:

1) Çalışma ilişkilerinin hukuki kurallarını düzenleyerek; 
2) Sendikal kazanımların güçlü olması nedeniyle çubuğun emek lehine büküldüğü dönemleri askeri veya sivil darbelerle tarihe gömerek (1980’i anımsayabiliriz),
3) AKP Türkiye’si gibi kendini hukukla bağlı hissetmeyen otokratik yönetimli ülkelerde anayasa ve yasaları dahi yok sayıp hak arama mücadelelerini engelleyerek;
4) Sermaye birikim sürecine sermaye lehine çeşitli rant kapıları üzerinden müdahale ederek: Çevresel düzenlemeleri (ÇED raporlarını ve kirlilik azaltıcı normların zorunlu kılınmasını) yok sayarak; imar rantları yaratarak; maliyetin altında ara malı sunarak; ucuz işgücü kullanmanın koşullarını yaratarak (örneğin gecekondulaşmaya izin vererek, ücret mallarının üretiminde rol oynayarak vs.).

Görüldüğü üzere, birincil bölüşüm ilişkileri sadece sınıflar arasındaki güçler dengesine bırakılmaz. Sermaye devleti, sermaye sınıfının mevzi kaybettiği durumlarda müdahale güçlerini kullanmaktan çekinmez.

İkincil bölüşüm ilişkilerinde devlet sahneye başrol oyuncusu olarak çıkar. Bütçe ve bütçe dışı müdahale araçlarıyla, birincil bölüşüm ilişkilerinde oluşmuş bölüşüme müdahale eder. Bozucu veya düzeltici yönde hareket edebilir. Özellikle de bütçe üzerinde kısmen bir toplumsal denetim kurabilen toplumsal örgütlenmelerin varlığında, ki daha ziyade gelişmiş ülke örneklerinde, kamu yöneticileri düzeltici yönde müdahalelere zorlanabilmektedir.

Devletin bu düzeydeki müdahalelerde iki ana aracı vardır: Kamu gelirleri ve kamu harcamaları. Ama üretici ekonomik birimleriyle (KİT’ler vs.) de bu süreçte rol oynayabilir.

Kamu gelirlerinin hâkim kalemi vergilerdir. Devlet, vergi sistemini örneğin ücretliler lehine yapılandırarak birincil bölüşüm ilişkilerinde emek aleyhine oluşmuş olan tabloyu isterse emek lehine çevirebilir. Bunu nasıl yapar? Sermayeyi daha ağır vergilendirerek. Peki böyle bir devlet türünün şu an Türkiye’de işbaşında olduğunu söyleyebilen var mı? Peki gerçekte vergi sistemi nasıl çalışıyor? Gelir vergisine bakılınca, Türkiye’de bu verginin üçte ikisinin ücret geliri sahiplerince ödendiği görülecektir. Eğer ücretliler milli gelirin yüzde 65’ini alıyor olsalardı sorun olmayabilirdi; ama gerçekte milli gelirin yüzde 29’unu alıp gelir vergisinin yüzde 65’ini ödüyorlar. Kaldı ki, vergi sisteminde yüzde 67’lik bir ağırlığı oluşturan dolaylı vergilerin asıl ödeyicisi de emekçi kesimlerdir. Demek ki, devletin birincil gelir bölüşümüne vergiler üzerinden müdahalesi bu bölüşümü daha da bozucu niteliktedir. 

Şu soru sorulabilir ve sorulmalıdır: Seçimlerden sonra vergi sistemi emek lehine döndürülebilir mi? Mevcut siyasi yapılanmada bu mümkün görünmüyor. Kaldı ki, sermaye hareketlerinin denetlenemediği dışa açık bir ekonomide istense de sermayenin daha ağır vergilendirilmesinin sınırları vardır. Sermaye hareketleri kontrol edilemeden başarılamaz. Daha önemlisi de emek hareketi bu sürece ağırlığını koymadan böyle bir siyasi irade bile oluşabilir mi? 

Devlet, vergilerde adaletli olmasa bile belki kamu harcamaları yoluyla yani eğitim, sağlık, sosyal destek ve yardımlar, istihdam yaratıcı faaliyetleri bakımından ikincil bölüşüm ilişkilerini emek lehine değiştiremez mi? Aslında vergilerde adaletli olmayanın harcamalarda halkın ihtiyaçlarına öncelik vermesi pek görülmüş bir durum değildir; ama kuramsal olarak imkânsız da değildir. Ne yazık ki Türkiye’de görülen tablo bu açıdan da iç karartıcıdır. Bütçede hiçbir idarenin bütçesinin, Millî Eğitim Bakanlığı gibi yüzbinlerce öğretmen ve kamu çalışanının istihdam eden bir kamu kuruluşunun bütçesinin bile faiz bütçesiyle yarışamadığı bir AKP Türkiye’sidir söz konusu olan. (2022’de MEB ödeneği 189 milyar TL, faiz ödeneği 240,4 milyar TL). Peki faizler kime çalışmaktadır? Kaldı ki, sorun faizlerden ibaret de değildir. Bütçe üzerine yazdığımız yazılar, bütçe harcamalarının birçok bakımdan sermayeye çalıştığını en açık bir biçimde ortaya koymaktaydı.

Sözün özü, AKP devrini kapatmaktan daha da önemli olacak şey, en azından neoliberal paradigmanın geride bırakıldığı yeni bir toplumsal ve ekonomik düzenin kurulmasına yoğunlaşılması olacaktır. Bunun sınıfsal koşulları vardır; sendikal ve siyasi koşullarının ise yaratılması gerekecektir.