Bugün de tıpkı Mustafa Suphi ve yoldaşları gibi, emperyalistlerin ve burjuvazinin sömürücülüğünün, gericilerin karanlığının, karşısında duranların direncini ve aydınlığını gördüm bu bu hikayede.

Bir yanımızdaki Maria

Geçtiğimiz yaz sonunda yazar Kenan Karabağ’ın Maria Suphi, Bir Direniş Öyküsü romanı yayınlandı. Karabağ, yarı belgesel nitelikte olarak tanımladığı romanını tam on yıllık bir çalışma sonucu tamamlamış.

Maria Suphi, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucu önderi Mustafa Suphi’nin eşi. Romanda, Maria’nın acı öyküsü anlatılıyor esas olarak ama aslında bence roman Maria'yı anlatmaktan çok tanıtıyor bizlere.Yani bir diğer deyişle, bir büyük mücadele ve direniş anlatısı içerisinde Maria’yı tanıştırıyor okurla. Bugüne kadar adını sanını ve hatta varlığını duymadığımız devrimci bir kadını karşımıza çıkarıyor.

Öncelikle Kenan Karabağ’ı bu titiz, özenli ve tutkulu çalışması için kutlamak isterim. On yıl önce aklına ve yüreğine düşürdüğü bu romanı, doğrudan olayların geçtiği mekanları arayıp bularak, yaşayarak, ürpererek, göz yaşı dökerek tamamlamış. Romanın sonunda biz okuyuculara içtenlikle şöyle anlatıyor bu süreci:

... Maria'nın izini bulmuştum. Bıraktığı feryatları da…On yıllık çalışmada daha birçok şeyi yaşamıştım. Onbeşler’in Kars günlerini adım adım takip etmiştim…Erzurum’da yaşadıklarını…Karabıyık köyü ve Hadrak Karakolu… Onların bıraktığı bütün izleri tek tek takip ettim ama Maria’nın kapatıldığı eve girdiğim andaki yaşadıklarımı hiçbir zaman unutamadım… On yıllık çalışmam Onbeşler’e ve onların izlerini takip edenlere armağan olsun…

Romanda Maria’yı keşfetmenin yanında, yine ayrıntı ve detayla Mustafa Suphi’yi de okuyoruz. Onun Bolşevikleşme sürecini, mücadelesini, ideolojisini, yoldaşlarını. Maria ve Mustafa aşkında, devrimci yüreklerin saf ve temiz birlikteliğini görüyoruz.

Romanın olaylar örgüsünü, Maria ve Mustafa’nın tanışmaları, geri dönüşlü anlatılarla Mustafa Suphi’nin hikayesi ve nihayet, 1921 yılı başında, “Türkiye’nin toplumsal kurtuluşuna önderlik etmeyi, ulusal mücadeleye destek olmayı programına almış” olan bir partinin temsilcileri olarak Bakü’den Anadolu’ya gelen devrimcilerin uğrak noktalarının tümünde karşı karşıya kaldıkları çeşitli saldırı ve tacizlerden sonra bir ay içerisinde Trabzon’da katledilmeleri ve sonrası oluşturuyor.

Bu aşamada bir başka kaynağa dönmek istiyorum izninizle. TKP’nin Parti Tarihi Araştırma Grubu tarafından hazırlanmış kolektif bir çalışma olan Parti Tarihi kitabının 1. Kitabından alıntıyla tarihsel bilgiyi paylaşayım:

10 Eylül 1920’deki kuruluş kongresinin ardından, Türkiye’ye geçme planlarına başlayan ve her yönden ve yandan karşılarına dikilen çeşitli argümanlar ve engelleme girişimlerine rağmen, “Türkiye Komünist Fırkası Heyet-i Merkeziye azaları”nın bulunduğu heyet 19 Aralık 1920’de Bakü’den yola çıkıyor. 28 Aralık’ta Kars’ta Kazım Karabekir tarafından karşılanıyorlar. Haklarında veirlen karar ortada: “Her ne pahasına olursa olsun, Ankara’ya ulaşmaları ve ülke içinde faaliyet yürütmeleri engellenecek”. Haklarında karalama haberleri çıkarılıyor, kışkırtmalar, protestolar düzenleniyor.

18 Ocak’ta asker refakatinde Kars’tan Erzurum’a yola çıkıyorlar. 22 Ocak’ta Erzurum’a vardıklarında trenlerine linç amaçlı bir gurüh salınıyor. Geçtikleri her yerde sözlü ve fiili saldırıya maruz kalıyorlar. Trabzon’a vardıklarında ise, kente girmeden Değirmendere’de yolları kesiliyor ve iskeleye götürülüyorlar. Operasyonu “bütün yetkililerin bilgisi dahilinde” kayıkçılar kahyası Yahya yürütüyor. Mustafa Suphi ve on dört yoldaşının, zorla bindirildikleri teknenin peşinden Yahya’nın silahlı adamlarının bulunduğu ikinci bir tekne yola çıkıyor. Onbeşler, 28 Ocak’ı 29’una bağlayan gece Karadeniz’e gömülüyor.

Karabağ’ın romanında Trabzon Çömlekçi limanındaki bu katliam gecesinin hem kendisi, hem öncesi hem de sonrası var. Nitekim Onbeşlerin katlinden sonra Yahya Kâhya’nın Maria Suphi’yi esir aldığını, tam iki buçuk yıl işkenceyle, tacizle ve tecavüzle bir konakta tuttuğunu okuyoruz dehşet içerisinde. 

Roman, Maria’nın yaşadıklarını aktarırken aynı zamanda devrimci inancın, tutkunun ve direnişin öyküsünü de sunuyor. O yüzden özellikle beğendim.

Daha ilk bölümde Maria’nın “asla sana teslim olmayacağım” diyerek direnişini, “Bu benim hikayem, bizim hikayemiz” diyerek son nefesini verişini okuyoruz ve romana böyle başlıyoruz. 

İşte bu kurgu beni etkiledi romanda. Yazarın niyeti de bu muydu bilmiyorum ama, bakın bu bir acı aşk hikayesi, şunlar şunlar oldu ve Mustafa da Maria da can verdi diye anlatmak yerine, okuyun bakın bu yiğit kadın neden ve nasıl öyle direndi diye kurmuş romanı diye düşündüm.

Bugün 28 Ocak, yarın 29’u…

Bugün de tıpkı, Mustafa Suphi ve yoldaşları gibi, tıpkı Maria gibi, emperyalistlerin ve burjuvazinin zorbalığının, sömürücülüğünün, gericilerin karanlığının, şiddetinin karşısında duranların direncini ve aydınlığını gördüm bu hikayede. Adı Maria da olsa, Mustafa da olsa bizden olan, bizim olan dünya devrimcilerini hatırladım.

Dilerim ki sizler de görün, çağrıyı duyun, katılın, çoğalın, çoğalalım.