Tek saati kaptırmadan ilerlemesini bilmeliyiz. Önce sekiz saat iş, sekiz saat dinlenme, sekiz saat yaşam hakkımızı geri alıp, hemen ardından daha ilerisi için mücadeleye devam etmeliyiz.

Yüzyıllık mücadelemiz: 8+8+8

Başlıkta yüzyıl dedim ama neresinden baksak iki yüzyıla yaklaşan bir mücadeleden bahsediyorum. Köleliğin, serfliğe oradan ücretli emek sömürüsüne evrildiği, bundan iki asır öncesinden 19. yüzyıldan. Geçinmek için tek yolu emek gücünü sermayedara ücret karşılığı kiralamak olanların, ölmeden çalışmaya devam edebilmek için yürütülen, sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat yaşam mücadelesinden.

Günlük çalışma/çalıştırma süreleri kapitalist üretim ilişkilerinin bir sermaye düzeni olarak yerleşip yaygınlaşmasının ardından çeşitli ülkelerde sınıflar çatışmasının ilk gündemlerinden biri oldu. Sermaye sınıfı, işçiyi karşılığını vermeden çalıştırdığı, işçi sınıfı da tek geçim kaynağı olan emek gücünü koruyabilmek ve insan gibi yaşayabilmek için gereken süreyi, olabilecek en uzun halde tutmak istedi, istiyor. Tüm Dünyada işçiler yıllarca günlük çalışma süreleri için kavga verdi, kan döktü, esir oldu, pazarlık etti, anlaştı, anlaşamadı, kandı, kandırıldı, aldatıldı… 

19. yüzyılın ortalarından itibaren sanayi devriminin ve ücretli çalışmanın bir düzenleme alanı olarak işe geliş ve işten çıkış zamanları saate bağlanmaya başlamıştı. Aynı zamanda kentsel ve toplumsal yaşamın diğer alanlarını da, eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, alışveriş gibi temel yaşam alanları da yine üretim ya da hizmet birimlerinin zaman düzenlemesine göre gelişiyordu. Antik Mısır uygarlıklarından gelen 24 saatlik günün, evrensel anlamda standart zaman dilimlerine dönüşmesi gibi gelişmelerin de aynı dönemlere denk geldiğini not edelim.

İşte bilimsel ve teknik buluşlarla ortaya çıkan bu uygarlık adımları, yukarıda sözünü ettiğim emek sermaye kavgasıyla bir günün o yirmi dört saatinin nasıl olup da paylaşılacağı konusunda çakıştı. Patronlara kalsa, işçileri sadece insan doğasının zorunlu gereksinimlerine yetecek kadar ara vermeden çalıştırmanın yolunu bulma peşindeydiler. Nitekim hala öyleler. İşçiler ise, söylemeye gerek yok, insanlıklarını unutmadan ve hastalanmadan, sakatlanmadan, ölmeden çalışmak istiyorlardı. Hala bunu istiyoruz. Marx, buna Kapital Birinci ciltte, “normal bir çalışma günü için mücadele” der. 

Bu yaman çelişki ile belirlenen bir günün paylaşımında 19. yüzyılın ortalarına kadar sermaye sınıfı baskın çıkmıştı. Sınıfının öncüsü sermayedarlar ve sektörlerde günlük çalışma 16 saati buluyordu. Yani neredeyse sadece uykuya zaman kalacak bir vahşi düzenek kurulmuştu. O dönemden itibaren, günlük çalışma saatlerinin düşürülmesi konusu, çalışılan sürenin ve ortaya çıkarılan değerin karşılığı olan ücretlerin artırılması ile birlikte, tarihsel sınıflar mücadelesi başlıkları arasında yerini aldı. Ücret konusunu bir başka yazıya bırakarak çalışma saatleri mücadelesi ile devam edelim.

Uluslararası ölçekte sınıflar mücadelesi açısından 19. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan Dünya işçi sınıfı hareketi kazanımları işte tam da bu “normal bir çalışma günü” mücadelesine denk düşer. Hem “1 Mayıs  İşçi sınıfının Birlik Dayanışma ve Mücadele” günü, hem de “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar” günü, günde 8 saat çalışma, 8 saat dinlenme ve 8 saat yaşam hakkı için verilen kavganın izlerini taşır. Günde 8 saatlik çalışma hakkı, haftada en fazla 40-45 saat çalışma anlamına gelir.

Peki gelin bir de bakalım bugün, 21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirirken hangi noktadayız.

Bundan bir hafta kadar önce, önümüze bir haber düştü. Buna göre, Belçika’da hükümetin Haziran ayında kabul ettiği yeni işgücü anlaşmasının, yürürlüğe girdiğini ve o kapsamda özel sektörde tam zamanlı bir işte haftada 5 gün yerine 4 gün mesai yapabilme olanağı sağlayan yeni düzenlemenin 20 Kasım’da başlayacağını öğrendik. Yani bu durumda önümüzdeki Pazartesi itibariyle, Belçika işçi sınıfı bizim anladığımız anlamda “normal” çalışma sürelerinde bir kazanım daha elde ederek, daha kısa çalışma süreleri hakkına mı sahip olmuşlardı?

Tam tersine. Haberlerin detayını okuyup, biraz da araştırınca anladım ki bu düzenleme: Bir, haftalık çalışma sürelerini sabit tutuyor; İki, haftada dört güne sıkıştırdığı toplam süreyi günlük çalışmada uzayan süreler ve yoğunlaştırılmış emek süreçleri olarak çalışanların sırtına yüklüyor; Üç, haftada dört gün çalışma seçeneğini tercih edenler için bir deneme süresi tanımlıyor ve uygulamanın devam kararını patronlara bırakıyor; Dört, bu uygulamayı sadece özel sektör için düzenleyip, kamu çalışanlarını dışında tutuyor; Beş, işçi sınıfının asırlık evrensel kazanımlarını bir tarafa atıyor ve sadece bir fazladan günlük hafta tatili ile haftalık çalışma günlerinin tümünde işçilerin elinden 8+8+8 yaşam hakkı kazanımını geri alıyordu. 

Üstelik bu düzenleme sadece Belçika’ya özgü de değildi, hatta Belçika bu uygulamayı 2022 yılı içerisinde en son uygulamaya sokan ülke olmuştu. Biz Türkiye’deki bültenlerde bu haberi “Belçika'da haftada 5 gün yerine 4 gün mesai başlıyor”, “Belçika'da 'haftada 4 gün mesai' başlıyor: Maaş aynı kalacak” başlıklarıyla, müjdeli tonlamayla okuduk hatırlarsınız. Diğer taraftan aynı başlığı İngilizce araştırın, Forbes, Fortune gibi uluslararası sermaye yayınlarında “Haftada dört gün çalışma uygulamasına en son katılan ülke Belçika oldu” imalı manşetlerini göreceksiniz.1

2022 yılı boyunca İskoçya, İspanya, İzlanda, ve hatta işçileri “öldürene kadar çalıştıran” ülke olmasıyla kötü ünlenen Japonya bu uygulamayı başlatmışlar. Bu düzenleme aslında haftada beş yerine dört gün çalışma seçeneği sağlamasıyla değil, iki yerine üç günlük hafta tatili olanağı vurgusuyla haberleştiriliyor. 

Bilin bakalım 2022 yılında Cuma Cumartesi ve Pazar günlerini hafta tatili ilan ederek bu uygulamayı ilk başlatan öncü ülke hangisi? Birleşik Arap Emirlikleri. 

BAE, 1 Ocak 2022’den itibaren, resmi kurumlarda haftada dört buçuk günlük çalışma uygulamasına geçildiğini ve Cuma’lar yarım gün olacak biçimde hafta tatilinin Cuma, Cumartesi, Pazar olarak düzenleneceğini duyurmuş.2 Ülkedeki çok uluslu şirketlerin de hızlıca bu uygulamaya uyum sağlayacağı öngörülmüş. 

Dört günlük haftalık çalışma düzenlemesinin gerekçeleri ülkeden ülkeye farklılaşıyor. BAE, kendisini İslam ticaret geleneğinden farklılaştırıp, Cuma Cumartesi tatili yerine daha “Batı”lı bir rekabet gücü peşindeyken; Japonya, neredeyse kontrolden çıkmış çalışma kültürünü “normalleştirip”, insan kaynağının kendi kendisini tüketmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Batının kapitalistleri ise, artı değeri en iyi kabartacak iş-yaşam dengesini yakalama çabasında olduğunu söylüyor.

Neredeen nereye?... İnsana yaraşır yaşam hakkı için mücadeleden, patronlara yoğunlaştırılmış üretkenlik olarak geri dönsün diye, “kaliteli yaşam motivasyonuna”.

Bu “insanlar isterse haftada dört gün çalışacaklarmış, maaşları da aynı kalacakmış” efsanesini bir yana bırakalım. Son olarak bir de Dünya genelinde çalışma sürelerinin genel duruma bakalım.

OECD’nin 2020 yılı verileri kullanılarak üye ülkeler açısından uzun çalışma sürelerini ortaya çıkaran bir tablo var. Tabloda ülkeler, haftada 60 (altmış) saat ve üzeri çalışanların toplam işçilere oranına göre sıralanmış. OECD ortalaması yüzde 4.4. Listenin başında yüzde 15.1 ile Türkiye. Ardında yüzde 14.2 ile Kolombiya ve yüzde 13.4 ile Meksika var. 

Türkiye için bir hesap yapmaya çalışalım. Tabloya göre ülkedeki işçilerin yüzde 15.1’i haftada 60 saat ve üzeri çalışıyor. Eylül 2022 TUİK istatistiklerine göre, memlekette 14 milyon 919 bin 900 ücretli çalışan var. OECD’nin verilerinden yüzde 15.1 bilgisini alırsak, kabaca, çok çok kabaca hesapla 2 milyondan fazla işçinin haftada 60 saat ve üzeri çalıştığı çıkıyor karşımıza.

Altmış saat. Haftanın 5 günü de, 6 günü de, 7 günü de çalışsa günlük çalışma saati tarihsel kazanımımız olan 8 saati aşıyor…

Esneklikmiş, teknolojiymiş, kaliteymiş, motivasyonmuş, iş-yaşam dengesiymiş… 

Dünya alem bir asır geriye dönmüş olabilir. Biz, bırak ömrümüzü, yıllarımızı, aylarımızı, haftalarımızı, tek bir günümüzü vermeyiz. Tek adım geri atmadan, tek saati kaptırmadan ilerlemesini bilmeliyiz. Önce sekiz saat iş, sekiz saat dinlenme, sekiz saat yaşam hakkımızı geri alıp, hemen ardından daha ilerisi için mücadeleye devam etmeliyiz.