GÖRÜŞ | Yaz!

'Biz paleolitikteyiz, özgürlüğü yazıyoruz, hayallerimizi, özlemlerimizi ve elbette gerçekleştireceklerimizi resmediyoruz. Sen, ilkelliği yazmaya devam ediyorsun. Yaz! Sen yaz. Biz, noktayı koyacağız'

Celil Denktaş

Yazının insanlık tarihindeki geçmişi okyanusta, yok çok abarttın derseniz, en azından Lut Gölü’nde su damlası. Zaten coğrafi olarak da uyar. Böylelikle uygarlığın başlangıcını yazıya atfetmek de, eh, makul bir zemin kazanmış oluyor. Yani, Bereketli Hilal, Sümer tabletleri falan, bir düşünün! Ama tabii borç alacak hesaplarının, ambar stok kayıtlarının, özel mülkiyete karşı suç olarak kabul edilen eylemlerin nasıl ceza göreceğine dair ilk hukuk metinleri sayılabilecek emirlerin insanlığa aydınlık getiren bir işlev gördüğünü öne sürmek de biraz zorlama olacaktır. Can sıkıcı. İnsanlık, elini kolunu bağlayan bir icadı neden uygarlığın koşulu olarak görsün ki?

Telaşa yer yok, kendi halinde gelişip serpilen toplum olarak yaşamak zorunluluğuna hiçbir tarihsel dönemeç uydurmak durumunda değiliz. Paleolitik dönemde de vardık, yazı yoktu. Hoş, Sümer’den geriye bakıldığında ciddi bir zaman dilimidir, ama bunu az daraltıp birkaç on bin yıla düşürürsek, ki henüz elimizdeki arkeolojik bulgular bunun fazla gerisine gidemiyor, içimizi rahatlatacak kimi gerçekleri görebiliriz. Mağara resimlerini neden yazı olarak algılamayalım? Yani, onlar insanın iç dünyasını, hayallerini fiziksel ifadeye salt sanatsal güdülerle aktarıyor saplantısından biraz kurtulabilirsek.

Şöyle düşünelim: Sümer, toplumda sınıfsal saflaşmanın artık emekleme dönemini tamamladığını gösteren bir zamanı işaret ediyor. Çünkü artı değerin belirli bir toplumsal kesimin, üstelik de azınlık olan bir kesimin elinde artık geriye dönüşü olmayan bir haka dönüşmesi, bunu tıpkı bugünün banka hesapları, borsa kağıtları, külçe altın stokları olarak düşünün, akılda tutulmasının, mülkiyet intikalinin güçlükleri, sermaye meşruiyetinin sabitlenmesi gereği falan ortaya çıktığında işte, yazının önünü açıyor. Hele bir de ideolojiyle terbiye etme gereğinin karşı konulamaz dayatması yok mu? Binlerce yıl yok çivi, yok hiyeroglif, neticede harf ve hece! E peki, duvar resimlerinin içerik dışında iletişim amacı taşıdığına işaret etmek çok mu tuhaf?

Az ileri gidelim, mağara resimlerinin toplumsal sınıfların ortaya çıkması öncesi birer özgürlük yazısı, Sümer tabletlerininse esaret ya da mülkiyet belgesi olduğunu söylesek uygarlık sevdalılarını incitmiş olmayız herhalde. Aradaki binlerce yılın dışında, kesinlikle, bir toplumsal ayrışma, bir kavga var. Yazıyı yazanlar, notlar alanlarla yazının içerdiği kabiliyetten mahrum kalanlar arasında çok açık bir savaş var. Buna, sınıf mücadelesi diyoruz.

Yazı, bir aydınlanma aracına dönüştürülmeden önce sermayenin bir egemenlik aracıdır. Ta 19’uncu yüzyıl ortalarına, sosyalizmin bilimsel bir kalıba dökülmesine kadar bu böyle oldu. Sonra tarih değişti; hepimiz biliyoruz. Bilimin, pozitifiyle, beşerisiyle insanlığın tamamına hizmeti de bundan sonradır; emekçi sınıflardır ürettiğini insanlıkla paylaşan. Ekim Devrimi, en keskin dönemeçtir. Bundan böyle de sermaye iktidarlarına direnen aklı ve kararlılığı punduna getirip mahkûm ederiz avuntusuna umut bağlayıp not etmeye sığınmak ise olsa olsa tablete çivi şekilleri kazımaktır.

Yazı, sosyalizmin elinde, mağara resimlerinin ilettiği özgürlük ilanının en gelişkinini aktarıyor artık insanlığa; emek adına, yaratan işçi sınıfı adına. Sermaye kayıtları, muhasebe defterleri, padişah fermanlarıysa karanlığı. Kimi korkutuyorsun?

Deftere yazıyormuş; o dediğin, Sümer tabletidir.

Bir de not alıyormuş: Aferin! Yazmayı becerdin demek. Öyleyse Sümer’desin.

Ama biz paleolitikten beri varız, dağarcığımızda komünal toplum düzeninin sıcaklığını hâlâ taşıyoruz, üstelik mükemmelleştirilmiş biçimiyle, insanlığa en yakışanıyla, komünizmle.

Biz paleolitikteyiz, özgürlüğü yazıyoruz, hayallerimizi, özlemlerimizi ve elbette gerçekleştireceklerimizi resmediyoruz.

Sen, ilkelliği yazmaya devam ediyorsun.

Yaz! Sen yaz.

Biz, noktayı koyacağız!