Dağcılığa ilişkin cahilce bir yazı

Bu başlığı görünce, bizim dağcı çocuklar, herhalde işi gücü bırakıp bu yazıyı “tıklayacak”lardır. Ne tuhaf, okuyacaklardır yerine bu teknoloji hegemonyasının ürünü uyduruk sözcüğü kullanabiliyorum. Alıştık, diyelim. Daha nelere alışıyoruz. Çok da kötü bir alışkanlık sayılmaz. Ayrıca, uydurma olmadan dilin gelişemediğini de biliyoruz.

Bir de, yenice öğrendim, bu “tıklamalar” sayılıyor ve ona göre birtakım değer yakıştırmaları yapılıyormuş; piyasanın işleyişi böyleymiş. Ama, benim bu başlığım bu tür bir fayda sağlamaz; çünkü, bu dağcı dediğimiz sporcuların sayısı, nasıl denir, sağdan say on, soldan say on beş kişidir.

Aslında, geçen Cuma yazımın sonuna, Uludağ’da ölen dağcı çocuklarımızı gündeme getiren, daha çok da bu dağcılık işleri ile ilgili itirazlarımı özetlemeye çalışan uzunca bir not eklemiştim. Yazının kendisi uzayınca, ayrıca Parti’nin konuyla ilgili açıklamasını da görünce, vazgeçtim.

İki nedeni vardı o notun: Birincisi, dağcılık konusuna kıyısından köşesinden bulaşmıştım. Yanlış anlaşılmasın; izlemek, okumak, düşünüp kafa yormak anlamında değil; eylemli olarak katılmak anlamında hiç değil. Sadece bazen bu işi ciddi ciddi yapanlarla konuşur, ileri geri söylenmeyi de ihmal etmezdim. İkincisi, Uludağ’da kalan o çocuklarla ilgili bilgiyi, bir rastlantı sonucu, birçok kişiden çok daha önce almıştım. Rastlantı şuydu: Tümüyle farklı bir konuyla ilgili olarak telefonla aradığım, çok eskiden beri yoldaşım Hasip Akgül, “Ne haber, ne var yok?” biçimindeki selam sabah soruma karşılık, “İyi sayılırız da, abi, canımız sıkkın” diyerek iki arkadaşlarının dağda kaybolduğu haberinden söz etmişti.

Yazının neredeyse ortalarına yaklaşmışken hâlâ sadede gelmeyişime bakınca, Aziz Nesin’in Fil Hamdi adlı kitabında yer alan çok eski bir öyküsünü hatırlıyorum. Orada “Yağma mı var!” başlığı altında Sedat adında bir adamı öldürdüğü için idamla yargılanan birinin mahkemedeki ifadesi anlatılır. Benim böyle asıl konuya gelmekte gecikmelerimi, o öyküdeki Karadenizlinin durumuna benzetirim. Okumamış olanlara bulup okumalarını salık veriyorum. Büyük ustanın sanırım çok bilinmeyen bir öyküsüdür; bilinenlerden daha az güzel değildir.

***

Kemal Okuyan’ın yine geçen Cuma çıkan yazısında andığı dağcı yoldaşımız Uğur Uluocak ile ayak üstü bir tanışma dışında ortak yaşantılarımız olmadı. Ama ondan söz edenleri her dinlediğimde, bunun nasıl bir şanssızlık olduğunu düşünerek hayıflanmışımdır. 

Bu şanssızlığı düşündükçe de şu dağcılık konusunda imana gelmek üzereyken hep başa dönmüşümdür. Beni imana getirenler, yaptıkları spora bağlılıklarına, o bağlılığın derecesine inanmakta güçlük çektiğim dağcı yoldaşlarımdır. Yakın zamanlarda, onlara mağaracılar da eklenmiş görünüyor. Neyse, bu sonuncuları bir kenara bırakıp devam edelim, yoksa konu büsbütün dağılacak.

İmana gelmek derken aklımda olan şu: O kadar inandırıcı biçimde anlatırlar ki, ulan yaşında başında ne varmış, sen de katılsana bu güzelliğe, diyesim gelir. Hatta, şu son olayla ilgili olarak da mutlaka içsel tutarlılığı olan birtakım açıklamaları vardır. “İçsel tutarlılık” falan diye tumturaklı sözleri bırakalım, bu sporun, daha doğrusu onun savunulabilecek yorumunun getirdiği açıklamalar olduğunu tahmin edebiliyorum; hatta en azından birini, ama belki de hepsini toparlayıp özetleyen birini yazma cesaretini gösterebilirim, ne derler “cahil cesareti”dir, hiçbir şeye benzemez: Bu spor, sanılanın ya da görünenin tersine mi demeli, bütün sporların en kolektif olanıdır. Bir yığın kolektif olduğu söylenen spor var; hatta, bir elin parmaklarıyla sayılabilecek pek azı dışında bütün sporların kolektif bir nitelik taşıdığı ileri sürülebilir. Ama bizim şu andaki konumuz olan sporun hepsinden daha dayatıcı biçimde kolektif nitelik taşıdığı söylenmelidir; çünkü, burada kolektiviteye aykırı davranmanın cezası parayla pulla ölçülemeyecek kadar ağırdır.

Para pul da işin içine girince, konu büsbütün dallanıp budaklanıyor. Örnek olsun, dağcılığın alışılmış anlamda bir spor olmadığı ileri sürülebilir belki. Çoktan ileri sürülmüştür, demek istiyorum. Bilemem, sormak lazım. Bir zamanların sloganlaştırılmış kalıbıyla, “bir bilene soralım”, daha doğrusu bilgilerine güvendiklerimize soralım. Şu anda bu imkânım yok. Ayrıca, onlardan iyi tanıdığım birini yakalasam, telefonla arasam örneğin, sorsam, bu sizinki spor mudur, ne kadarı spordur, ne kadarı sporu çok aşar, benzeri sorular yöneltsem… Ne yanıt alırım?

Sevimli bir yanıt olmayabilir. Bıkkınlıktandır birazı. Birazı da, benim unutulmuş olduğunu umduğum hoyratlıklarımla ilgili olabilir. Sözgelimi, şu yakalayıp sorsam derken aklımdaki çocuk benim sorumu ciddiye alıp almamakta tereddüt ederse, hatta düpedüz ciddiye almazsa, ne şaşırırım ne de gönül koyarım. Şu nedenle: Çok zorlu bir tırmanıştan, belki de en zorlusundan dönmüşlerdi. Ciddi tehlike atlattıklarını, kendisinin de burnunun donduğunu ya da donayazdığını işitmiştim. O günlerde, bir mecliste karşılaştığımızdaydı galiba, yanıma çağırıp yüzüne değil burnuna bakarak “iyi, yerinde duruyor” demiştim ve bu dayanılmaz esprinin ardından birkaç dakika süren bir nasihat faslına geçmiştim. O sıralar daha yeni sayılırdı tanışıklığımız; “Hödüğün biriymiş!” diye aklından geçirmiş midir acaba? O gün bugündür belleğimde takılı kalmış bir sorudur.

On yıl olmuştur en az. Belki de daha çok.

Deminden beri çocuk diyerek andıklarım, çocukluğu geride bırakalı çok olmuş, aklı başında yetişkinlerdir. Peki, niye hâlâ “çocuk” deyip duruyorum? Bunu açıklamak gerekebilir. Ben daha uzun yaşamış durumdayım; dolayısıyla, sevdiklerimin çoğu “çocuk” denebilecek kadar genç yaştalar ya da bana öyle geliyor! Bir bu. Ayrıca, “çocuklar” diye seslenmenin güzelliğine oldum olası tutkunumdur. Bir de bu. Yoksa, Kemal Paşa özentisi neyim sanılmasın!

Söz uzadıkça uzadı, neden dağcılık karşıtlığından bir türlü vazgeçemediğimi açıkça yazmadım hâlâ. Gereğince örgütlenememenin, buna bağlı eksiklerin, yanı sıra, belki de, kötü rastlantıların cezasının kabul edilemez ağırlıkta olduğuna değinmiştim yukarıda. Nedeni budur. 

İyi insanlar kolay yetişmiyor. Komünist olanlarıysa daha da büyük güçlüklerle yetişebiliyorlar. Onlardan mücadele niyetinde ve gücünde olanların, kim ne derse desin, “yok yere” yitip gitmelerine nasıl göz yumulabilir?

“Ne faydacı bir yaklaşım!” diye eleştirenler bulunacaktır mutlaka. Canları sağ olsun. Öne çıkarmaya çalıştığımız kişisel fayda olmadığına göre, alınmak gerekmez. 

____________________________________

Yoldaşım, arkadaşım, kız kardeşim İnci Akalın aramızdan göçtü. Ayaklarım söz dinlemedi, toprağa verilişine tanıklık etmeye gidemedim. Sevgiyle anıyorum şimdi, hep öyle olacak. Yaşama coşkusunu hiç yitirmeyen görüntüsüyle kalacak belleğimde.