Susurluk’ta sarsılan Türkiye’nin ne yöne ittirileceği üç aşağı beş yukarı belliyken, bugün işler çok daha karmaşık hale gelmiş bulunuyor. Madem öyle, sol da hazırlanmalıdır.

Mafya etkisi

Türkiye bir kez daha mafya sendromuna yakalanmış durumda. Bu kez ortaya nasıl etkiler çıkacağına dair rivayet muhtelif. 

Kuşkusuz HDP’ye yönelik kanlı saldırı bu etkilerden biridir. Mafya ilişkilerinin daha da dayanılmaz hale getirdiği, yaşanan ağır ve çok boyutlu krizin kan üretmeyeceğini ve kanla örtülmeye çalışılmayacağını düşünmek saflık olurdu doğrusu... Suikast ve katliam burjuva düzeninde en önemli politik enstrümanlardır. Kriz kolay aşılmayacağına göre Türkiye bu enstrümanla birlikte yaşayacağı bir döneme yeniden girmiş görünüyor. Ne zaman benzeri bir dönem açılsa, solun faşizme karşı mücadele görevi ile sosyalist devrim hedefi arasındaki bağlantıyı güncelleme görevi kendini dayatır. Ancak bu başka bir bahistir…

Mafya sendromunun Peker versiyonu, üstünden çeyrek asır geçen Susurluk versiyonundan farklı. 1990’lar ilginç bir on yıldı Türkiye kapitalizmi için. Bir yanda 12 Eylül sonrası normalleşme ihtiyacı vardı, diğer yanda düzenin çarkları ancak gericiliğin darbe günlerini aratmayacak biçimde tahkim edilmesi sayesinde döndürülebiliyordu. Mafyalaşma olgusu, faşist darbenin egemenler için müktesebat yaratmış olan uygulamalarının, Türk-İslam sentezi etiketiyle resmi ideolojiye dönüşen dinci gericiliğin, muhalif toplumsal dinamiklerin zapturapt altına alınması ihtiyacının ve ANAP’lı, DYP’li, SHP’li bir acayip normalizasyonun sentezidir. Darbe hiç bitmemiş gibi dilediklerini yapmak ama normalleşmeye de toz kondurmamak istiyorlardı! 

Sonuç olarak düzenin çarkları yeraltına indi. Aslında Türkiye’nin sadece güvenlik politikaları değil, ekonomisi de, dış politikası da mafyalaşmıştı. Bu düzlemlere çeşitli isimler takıldı. En yaygın haliyle kirli savaş dendi. En yaratıcı haliyle Yalçın Küçük turizm, inşaat ve tekstil sözcüklerinin ilk harflerinin kontrgerillanın bir kolu olan Türk intikam tugayınınkilerle örtüştüğünü ortaya koydu. Türkiye eski Sovyet coğrafyasına tarikat okullarıyla, darbe senaryolarıyla dalmaya çalışıyordu…

Böyle bir fiili durumun burjuva düzeniyle çelişmesi hiç de zorunlu değildir. Ama ne zaman ki ufukta kapitalist Türkiye’nin yeni dünyaya uygun biçimde formatlanmasına yönelik bir proje emperyalist merkezlerde çiziktirilmeye, bizim büyük sermayenin ve egemen güçlerin kafasına yatmaya başladı, o zaman bir otomobilin kamyonun altına girmesinin de zamanı geldi. Kazanın biçimi önemli değil, öyle olmasa başka bir şokla gelecekti…

Toplumların yaşamı komplo teorileri tarafından değil, sınıflar mücadelesinin çizdiği sınırlar içinde sayısız aktörün kapışmasının sonucu olarak şekillenir. Türkiye’nin 1996 sonbaharını izleyen yıllarda merkezinde şeriatçıların durduğu bir yeniden yapılanmaya tabi olmasını, önceden yazılmış bir senaryonun sahneye konması şeklinde düşünmek anlamsız olur. Ancak emperyalizmin ve sermayenin biçtiği giysinin ana dikişlerinden sapma yaşanmamıştır. 

Emperyalizmin dilediği oldu, Türkiye kamucu ve ulus-devletçi birikiminden arındırılıp yağmaya açıldı. Sermayenin dilediği oldu, kuvvetler ayrılığı yok edildi, hele başkanlıkla birlikte sistem zenginlerin iş takibine uyarlandı. Dönüşümün taşıyıcısı olarak dönüp dolaşıp şeriatçılarda karar kılınınca imamların da dilediği oldu, laiklik tasfiye edildi, toplum dinselleştirildi. Olup biten, Kürt sorununa çözüm demagojisi üstünden demokratikleşme olarak pazarlanarak, toplumsal onay büyük ölçüde bu sayede oluşturuldu. 

Bu dönüşümü çarpışan araçlara sığdırmak elbette imkânsızdır ve kaza yalnızca formatlama işleminin başlangıcından ibarettir. Bayağı, kıyasıya mücadeleler verildi. Türkiye egemen güçlerinin bir bölümünü etkileyen aktörler özelleştirmelere karşı direndiler örneğin. Eski devlet mekanizmasına yaslanan, sola çalan bir ulusalcılık doğdu. Laiklik toplum tarafından sahiplenilen bir direniş hattına dönüştü… Ancak genel ve özet olarak, Susurluk’ta doğan arınma/demokratikleşme umudu AKP’ye anahtar teslim töreninde noktalanmıştır. 

Bugünkü mafya sendromundan bir kez daha “bağırsak boşaltımı” bekleyenler önce benzeri bir dönüşüm programının varlık kazanıp kazanmayacağını sormalıdırlar. Ama ciddi bir sorgulama olmalıdır bu. Kapitalizmin yeşil bir yeni sözleşmeye gittiği, Biden’ın otokratik popülist sağcıları süpürecek bir demokratikleşme dalgasını temsil ettiği, Türkiye’de büyük sermayenin parlamenter demokrasi istediği gibi fikirleri ciddi sayamıyorum. 

Kriz ortamı elbette çıkış arayışları ve yeniden yapılanma projeleri için elverişli toprak demektir. Mafya sendromunun parçası olduğu sarsıntı çok yaygın ve derin. Elbette benim diyen her bir güç odağı hazırlık içinde olacak. Ancak Susurluk’ta sarsılan Türkiye’nin ne yöne ittirileceği üç aşağı beş yukarı belliyken, bugün işler çok daha karmaşık hale gelmiş bulunuyor. Madem öyle, sol da hazırlanmalıdır. Ama demokrasi makyajı türünden ezberlerle değil ciddi ciddi… Karanlığı yırtıp atacak kadar ciddi…