Bunun için önce yansıyacak olan gerçeği değiştirmek gerek. Yani önümüzdeki yaklaşık üç haftalık sürede emekçi halkı daha örgütlü hale getirmek, düzeni daha çarpıcı biçimde deşifre etmek…

Seçim asla yalnızca seçim değildir

Seçimin, konusu her ne ise, bir makama kimin geleceğini belirlemekten ibaret olduğu, zaten biraz fazla tuzukuruları yansıtan bir düşüncedir. Bu düşünce, memlekette onca fırtına eserken oyunu belirli bir partiye demirlemek biçiminde tezahür edebileceği gibi, sandığa gitmekte gösterilen üşengeçlikle veya “dünyayı ben mi kurtaracağım” kayıtsızlığıyla da dışa vurulabilir. 

Bunun karşısındaki teze göre ise seçim sadece bir seçim değildir ve daha büyük anlamları barındırmaktadır. Memleket elden gidecek veya kurtuluş saati çalacaktır! 

Oysa seçimin önemi, memleketin tarihi belli bir gün batmasından veya çıkmasından kaynaklanmaz. Herhangi bir seçimin böyle bir gücü yoktur. Seçim daha ziyade bir aynadır veya bir onay mekanizmasıdır. Eklemeliyim, olağan dönemlerde. “Olağanın” buradaki karşıtı devrimci durumdur; devrimci durumda bütün davranış kalıpları değişecek ve toplumun gerçekten hareket eden bir organizma olduğu asıl o gün görünür hale gelecektir. O zaman bir seçim başka çok şeyi ifade edebilir. Ama olağan durumlarda oyların toplam sonucu ya var olana ayna tutar, ya da olup biteni onaylar. Bunun ötesinde bir karar anı değildir seçim. Örneğin 2002 seçimleri Türkiye’de sermaye düzeninin krizli bir on yılı dinselleşme yolundan aşma kararının teyit edilmesidir. Veya 2011’de 1923 Cumhuriyetinin çözülme süreci çıplak biçimde aynaya yansımıştır. Geçtiğimiz yıl bir Cumhuriyet kurumu olarak TBMM’nin de, söz konusu çözülmenin girdabına kapıldığı seçim sonuçlarıyla gösterilip onaylanmıştır…

Seçimin ne olup ne olamayacağını daha fazla uzatmayacağım. Ama bir hatırlatma yapmadan da edemiyorum. Sömürü düzeninde, yani kapitalizmde parlamenter seçim sermayenin egemenlik mekanizmalarından bir tanesidir. Seçim düzeni değiştirmenin bir aracı olamaz. Ancak sermaye egemenliğinin güçlenip gerilemesinde seçimlerin de bir rolü vardır. İşte belirli bir tarihte yapılacak olan seçime bu sınırlılık içinde bir anlam yüklenebilir. Bu anlam her defasında kendine özgüdür, bir güncel bağlama oturur.

Peki, 31 Mart 2024’te ne olacaktır? 

Kimileri bu soruyu “fazla teorik” bulabilir. Böyle bir düşüncenin arkasında, teorinin gerçek yaşamla ilişkisini ihmal edilebilir gören bir varsayım sırıtmaktadır. Oysa 31 Mart’ın özgün anlamı somut oy davranışını kuvvetle etkileyecek bir faktördür. 

Günün kendine özgü anlamının dışında, bana sorarsanız, komünistler ilkesel olarak, ve hatta düzenden rahatsız olan herkes düzen değişikliği için mücadele veren komünist partiye oy vermelidir. Öyle ki, kazanır mı kazanmaz mı, verdiğim oy seçtiğim parti veya adayın ötesinde neye hizmet eder türünden “stratejik” sorular bu ilkenin karşısında çöptür. Strateji kuşkusuz değerlidir. Düzeni değiştirme mücadelesine güç katmaktan daha yüksek bir stratejik değer de yoktur.

Burada bu ilkeyi tartışmak değil 31 Mart’ın özgün anlamına ilişkin birkaç not düşmek istiyorum.

Bir: Türkiye büyük bir emekçi sıkışmasına sahne olmaktadır. Son birkaç yılda yaşadığımız emeğe saldırı benzersizdir. Seçimden önce bu saldırı toplumun temel ayrışma çizgisi haline gelmedi, getiremedik. Öyleyse 1 Nisan itibariyle şiddetin artacağından emin olabiliriz. 31 Mart buna set çekme yönünde bir işaret, bir deklarasyon, emekçiler açısından bir güçlenme göstergesi oluşturmalıdır.

İki: Bir üst paragraftaki derdin kaynağı halkın yaşananların farkında olmamasında değildir. Halkımız, son derece örgütsüz olduğu için, çaresiz bireylere ve cemaatlere bölündüğü için yaşananların karşısına dikilme gücünü kendinde hissetmemektedir. 31 Mart emekçilerin, yoksulların sınıfsal örgütlülüklerinin gelişmekte olduğunu ilan etmelidir.

Üç: Düzen belediyeciliği emeğe dönük saldırıyı her hizmetin alınıp satılır hale gelmesi yoluyla da şiddetlendirir. Birbirlerini tamamlayarak aynı çarkları döndüren ve bundan gerisi umurlarında olmayan düzen partileriyle karşı karşıyayız. Ortak paydalarının üstünü bir itiş kakışla örtüyorlar. İtiş kakış sözünü, dinci iktidarın karşısında laikliği gerçekten umursayan bir muhalefetin olmadığı anlamına kullanıyorum. İtiş kakış sözünü, hırsızın şeriatçısı moderni olmaz anlamında kullanıyorum. 31 Mart’ta söz konusu örtü mümkün olduğunca kaldırılmalı, düzen dışı seçenek güç kazanmalı, hırsızlarla işbirliği yapanın elinde patlamalıdır.

Dört: Olağandışı bir gelişme olmadığı takdirde 2028’e kadar seçim olmayacaktır. Miadı çoktan dolan Erdoğan-AKP-Cumhur ittifakı modelinin yerine ne konacağı bu süre içinde belirginlik kazanacak. 31 Mart bu oluşum sürecinin kritik bir momentidir. Oylar, bir belediye başkanını veya meclis üyesini belirlemenin ötesinde ülkenin kaderine ilişkin temelli bir tartışmaya katılmanın aracı olacaktır. Sermaye diktatörlüğünün, başkanlık rejimi kalıcılaştırılarak, halkı zerre kadar umursamadan, din istismarını yükselterek ve düzen siyasetinin iç çatışmalarını yumuşatarak sürdürülmesine karşı halkın sesi yükselmelidir. 31 Mart’ta bu ses yankılanmalıdır. 

Son olarak, bir noktayı tersinden ifade edersem, 31 Mart solun bölünmüşlüğünü gidermemelidir. Solun bir dizi kesimi uzun yıllardır eleştirdiğimiz bağımlılık ilişkisinde son aylarda sıçrama kaydetmiştir. CHP veya DEM Partiye yaslanan sol kesimlerin yukarıdaki maddeler çerçevesinde ilerletici bir işlevi üstlenmeleri mümkün değildir. 31 Mart, bu ilkesiz ve uzlaşmacı “sol” taktikleri itibarsızlaştırmalıdır.

Seçim yalnızca ilan edilmiş adaylardan hangisinin görevlendirileceği sorusuna yanıt aramaz. Seçim asla seçimden ibaret değildir. Yukarıdaki çerçeve Türkiye’de devrimci bir komünist parti olsa da olmasa da geçerlilik taşırdı. Bereket öyle bir parti var ve 1 Nisan’da ileriye doğru güçlü bir adım atmak mümkün. Ama “ayna” demiştim ya; bunun için önce yansıyacak olan gerçeği değiştirmek gerek. Yani önümüzdeki yaklaşık üç haftalık sürede emekçi halkı daha örgütlü hale getirmek, düzeni daha çarpıcı biçimde deşifre etmek…