"İktidarı zayıflatabilecek tek seçenek, bugüne kadar yapılanın tam tersinin yapılması, muhalefetin kürsülerden, kirli ittifaklardan, -mış gibi yapmalardan kurtulması, yüzünü sola dönmesidir."
Türkiye toplumu, amiyane ama isabetli bir tabirle söyleyecek olursak iktidar eliyle “seçim manyağı” haline getirilmiş bir toplumdur.
İktidar özellikle 2007’den beri genel seçim, yerel seçim, referandum, cumhurbaşkanlığı seçimleri derken neredeyse her yıla bir seçim sığdırmayı başarmış ve bunların ezici çoğunluğundan başarıyla çıkmayı bilmiş, rejim inşası için gerek duyduğu gücü seçim sandığından almıştır.
İşin ironik ve trajik yanı da aslında burasıdır: İktidar düzenli aralıklarla karşısındaki rakipleri oyunu en iyi kurduğu yere, yani seçime davet etmekte, muhalefet bu daveti her seferinde bile bile ve güle oynaya kabul etmekte, sonra da tokatlanıp evine geri gönderilmekte ve iktidar rejim inşası projesinde bir üst aşamaya geçmektedir.
Ama trajedi bununla sınırlı değildir. Birincisi, iktidar seçim adlı oyunun kurallarını da kendisi belirlemekte, arkasına devlet olmanın gücünü almakta, istemediği seçimin sonucunu tanımamakta, istediğinde hile ve usulsüzlüğe başvurabilmektedir.
Örnek mi? İşte sonuçları fiilen tanınmayan 7 Haziran seçimleri ve ülkenin 1 Kasım’a kanlı bir operasyonla götürülüşü, işte OHAL kaldırılmadan gidilen anayasa referandumu ve mühürsüz oyların geçerli sayılması, işte 31 Mart İstanbul seçimlerinin iptali, işte Erdoğan’ın anayasaya aykırı bir şekilde üçüncü kez aday olması, işte belediyelere atanan kayyumlar…
Türkiye’nin despotizmi adım adım “demokratik yöntemlerle”, yani seçim ve sandıkla inşa edilmiş, muhalefet de her seferinde bu inşayı izlemekle yetinmiş, bu oyunun ucuz figüranlığını üstlenmiştir.
Ve ikincisi, muhalefet herhangi bir seçim döneminde iktidarın gerçek amacını, yani rejim inşa eden bir parti olduğunu siyasal söyleminin merkezine koymamış, üst ilkesi din olan ve Cumhuriyet’le hesaplaşma hedefli bu inşa sürecine karşıtlık üzerinden bir toplumsal seferberlik halini bunun mümkün olduğunu bildiği halde hayata geçirmemiştir.
Her seferinde ülke seçimlere, iktidarda normal bir parti varmış ve normal bir seçim yapılacakmış gibi götürülmüş ve sonuç da hep hüsran olmuştur yani.
Bunun son örneği, çok büyük umutlar bağlanan 14-28 Mayıs seçimleridir. Ülke bu seçimede kürsülere sıkışmış bir şekilde, sokağı ve toplumsal muhalefeti öncelemeden, iktidardaki partinin devletleşmiş ve rejim inşa eden bir parti olduğunu görmeden, bir teyakkuz hali yaratılmadan, yani olabildiğince normal bir şekilde götürülmüş ve tarih tekerrür etmiş, seçimler kaybedilmiştir.
Her seçim yenilgisi, toplumun muhalif kesimlerini daha da umutsuzlaştırmakta, yılgınlaştırmakta, apolitikleştirmektedir. Her seçim yenilgisinden sonra insanlar biraz daha izole olmakta, evlerine, kendilerine çekilmekte, ülkeyle bağlarını koparmaktadır. Bu da iktidarın işini kolaylaştırmakta, karşısında dinamik, etkili, basınç yaratabilen bir muhalefet olmadığı için yoluna devam etmektedir.
Her seçim yenilgisinden sonra koro halinde “elim kırılsaydı da size oy vermeseydim” diye feryat figan sesler yükselmekte, kurulamayan ittifaklara, hayata geçirilemeyen stratejilere, sahip çıkılamayan sandıklara sövüp saydıktan sonra bir daha sandığa gitmemeye dair yeminler edilmektedir.
Fakat o da ne? Her şey bir sonraki seçime kadardır; seçim konjonktürüne girildiği an tüm o yaşananlar unutulur, eski defterler hemen kapatılır, ihanetler görmezden gelinir, edilen yeminler unutulup bozulur ve iktidarın en sevdiği şey gerçekleşir: Seçim adlı müsamere yeniden başlar.
Şartlar değişmemiştir, kurallar değişmemiştir, iktidar değişmemiştir, muhalefetin muhalefet etme biçimi değişmemiştir ama bu seçimler de kaybedilirse her şey bitmiş demektir, yenilgi halinde adeta dünyanın sonu gelecektir, bu son seçimdir, istemeden de olsa gidip oyumuzu kullanmalıyızdır, oyları bölmemeliyizdir vesaire vesaire.
Bu, günümüz Türkiye siyasetinin en büyük kısırdöngüsü, çözülemeyen büyük bilmecesidir. Kitleler “elim kırılsaydı”dan “bu son seçim”e ışık hızıyla geçebilmekte, tarih fasit bir daire içerisinde ve sürekli aynı şekilde tekerrür etmektedir.
Şimdi 14-28 Mayıs seçimlerinden 31 Mart seçimlerine uzanan süreçte yine bu deja vu halini yaşıyoruz; üstelik iki seçim arasında bir yıl bile yokken, edilen yeminlerin üzerinden henüz bir yıl dahi geçmemişken.
Örnek olsun; Maçoğlu da Maçoğlu ve Kadıköy tercihi de eleştirilebilir, tartışılabilir ama bugün Türkiye’de yapılan şey bu değildir. Bugün sorulan asıl soru “burası bizim çöplüğümüz, sizin ne işiniz var buralarda” sorusu ve buna eşlik eden “oyları bölüyorsunuz” serzenişidir.
Sola, sosyalistlere “niye Kadıköy” diye soranların derdi solun, sosyalistlerin güçlenmesi falan değildir; bilakis ortada güçlü, iddialı bir isim gördüklerinde hızla çark edişleri, korku ve panikle “oylar bölünecek” dalgasına kapılmalarıdır.
Uzaklardayken türünün son örneği bir canlı gibi hayranlıkla izlenen, icraatlarına Afrika’daki safariye çıkmış beyaz adam gözlüğüyle bakılıp takdir edilen bir siyasetçi, pazartesi akşamı Halk Tv’deki rezilliğin de gösterdiği üzere, beyazların muhitine girdiğinde ansızın bir alay ve nefret objesine dönüşebilmektedir.
Ancak mesele tek başına Maçoğlu da değildir; mesele bir kez daha tekrar etmek gerekirse seçim adlı müsamereye bu kadar kolay teslim olmak, “tıpış tıpış sandığa gideceksiniz” komutuna anında uymak, toplumsal bir hafızasızlıkla “ellerim kırılsaydı”dan “bu son seçim”e kolaylıkla geçebilmek ve tüm bunların neticesi olarak düzen dışı bir alternatifi “oyları bölüyorsunuz” diyerek daha doğmadan boğmak, bu alternatifi yaratmaya çalışanları da hiç utanıp sıkılmadan AKP’ye çalışmakla itham etmektir.
Oysa son 22 yıldır iktidara kimin çalıştığı açıktır ve kolaylıkla bir sıralı liste yapılabilir: Oyunu iktidarın en güçlü olduğu yerin, yani sandığın dışında kurmak için hiçbir şey yapmayanlar, oyun devam ederken iktidarın oyunun kurallarını değiştirmesine razı olanlar, oyunun yazılı olan kurallarının dahi ihlal edilmesine ses çıkarmayanlar ve siyaset adına bildikleri tek şey düzenli aralıklarla sandığa gidip oy vermekten ibaret olanlar…
Kimse günümüz Türkiye’sinde seçimlerin önemsiz olduğunu söyleyemez, kimse seçimlere öyle kolayca sırtını dönemez ama sadece seçime ve sandığa sıkışmış, sokaktan, alandan, meydandan, toplumsal bir seferberlik halinden beslenmeyen bir seçim siyasetiyle bir yere varılamayacağı da geride kalan 22 yılın sonunda artık anlaşılmalıdır.
Solun, sosyalistlerin, devrimcilerin güçlü olmadığı bir Türkiye’de iktidar istediği gibi at oynatmaya devam edecek, böyle bir Türkiye’de iktidar yaşam tarzı savunusuna sıkışmış bir muhalefete dahi izin vermeyecek, onu da her gün adım adım boğacaktır. Dolayısıyla yaşam tarzı savunusu adına “oyları bölmeyelim” diye feveran edenler, aslında kendi kuyularını kendileri kazmakta, kendi ayaklarına çelme takmaktadırlar.
Günümüz Türkiye’sinde iktidarı zayıflatabilecek tek seçenek, bugüne kadar yapılanın tam tersinin yapılması, muhalefetin kürsülerden, kirli ittifaklardan, pazarlıklardan, -mış gibi yapmalardan kurtulması, özgürleşmesi, yüzünü sola dönmesidir.
Türkiye buralara solun yokluğunda gelmiştir, eğer sol yoksa buradan çok daha diplere gidecektir.