Güneşli bir Pazar gününde oturuyoruz bir çay bahçesine, tek tatil gününü bizimle röportaja ayırıyor Sinan ağabey. Sinan Kahraman, Edirne’de yaşayan ve 15 yıldır inşaatlarda çalışan bir emekçi, bir komünist. Sinan ağabeyin röportaj boyunca yüzü değil ama gözleri hep güldü, emeğinin nasıl sömürüldüğünü anlatırken bile hep çözüme işaret ediyordu. Yorgundu belki ama daha kayda başlamadan anlatmaya koyuldu. Sinan ağabeyle, inşaatlarda yoğun emek sömürüsünü, işçilerin çalışma koşullarını, örgütlülüğü ve referandumu konuştuk, emekçilerin cephesinden durumu değerlendirdik.
İnşaatlarda hayat nasıl?
Çalışma koşullarımız çok ağır. Sabah 8 akşam 6, normalde 8 saat çalışmamız gerekirken 9 saatten fazla çalışıyoruz. Normalde saat başı ya da en kötü iki saatte bir mola yapmamız gerekirken işler hiç böyle yürümüyor. Yani vücut bir dinlensin, kendine gelsin deme şansımız olmuyor. Demir tuğla ve kalıp için çalışan arkadaşların durumu çok daha ağır, oraların iş yükü daha da yoğun. Bunlar içerden bizleri etkileyen faktörler. Bir de dış etkenler var. Sıcaklar ve soğuklar çalışmalarımızı etkileyen diğer durumlar. O yüzden anlayacağınız bir mola hakkımız olması gerektiği halde bile, böyle bir durum yok maalesef. Sadece sabah 9.30 ve akşama doğru 15.30 civarları 10, taş çatlasın 15 dakikalık çay molaları verebiliyoruz. İnsanı yıpratan bir iş yapıyoruz. Buna rağmen çalışmayı hızlandırmaya uğraşıyor patronlar; zarar etmemek için işçiden makine olmasını istiyorlar.
Çoğu şantiyede ücretler düzenli ve zamanında yatırılmıyor. Siz çalıştığınız yerden ücretlerinizi düzenli olarak alabiliyor musunuz?
Yevmiye usulü çalışıyoruz. Firma devletle anlaşmalı. Sana asgari ücret yatırıyor. Diyelim ki, o ay ben 30 iş günü yaptım, böyle olunca daha fazla para alıyorum, bunun üzerini ise firma tamamlıyor. Şu an benim çalıştığım firma ücretleri geciktirmiyor. Ama bundan önce çok yerde gördüm, ki hâlâ böyle olan yerler var, bir iki ay, hatta altı ay ücretleri aksatan yerler var. Dolandıranlar, vurkaç yapanları saymıyorum bile. Mesela adamlar seni çalıştırıyor, her ay aynı yalanı atıyorlar, durumlarının sıkışık olduğunu, bugün yarın ödemelerin yapılacağını söylüyorlar. Sonra bir bakmışsın vurgunu yapmış, kaçmış adam… Bir de şöyle bir şey var; devletten toplu para alıp, girişimciliğe soyunanlar var. Paranız kırk beş gün sonra yatacak diyor, kırk beş günün sonunda bir ay daha uzatıyorlar, sen bu süre zarfında temeli atıyorsun sonra bir bakıyorsun ki devletten bilmem kaç trilyonu almış ortalıktan kaybolmuş vurguncu. Ödemeler yine yok. Olan yine bize oluyor. Gurbetçi işçilerin durumu ise çok daha kötü…
“Gurbetçi işçileri” biraz açabilir misin? Sizden tam olarak farkları ne? Emek sömürüsü ve kötü koşullar bu işçileri daha mı fazla etkilemiş durumda?
Kesinlikle… Gurbetçi işçiler, yani şehir dışından gelen işçiler. O arkadaşların durumu çok daha sıkıntılı. Patron ve firma onlara konteynerden ya da çadırdan bir konaklama yeri kuruyor. Yağmur yağdığında oluşan çamurlarla beraber çadırda ve konteynerlerde iğrenç bir görüntü oluşuyor. Duş alınsa bile o saatten sonra fayda etmiyor. Zaten duş alacak yer de yok. Ne özel bir kabin ne de ona ayrılmış bir alan var. Duş alamadıkları gibi üstlerini başlarını temizleyebilme imkanları da olmuyor. Sürekli aynı kıyafetlerle çalışmak zorunda kalıyorlar. Tuvaletler desen tek kelimeyle berbat… Çakılın, toprağın üzerine konteyneri bırakıp gidiyorlar. Altyapıymış filan hiç umurları değil zaten. Getirdikleri bu konteynerlerin içini ranzayla dolduruyorlar. Standartları yok. 50 kişilik konteynerlere çok daha fazla ranza yerleştiriyorlar. Yani “gurbetçi işçilerin” durumu bizden daha kötü. Tamamen sağlıksız koşullarda yaşıyorlar. Dışardan bir firmayla anlaşıldığı için, patron yemekte kalite aramıyor. Kim daha ucuza kendisine fiyat çekmişse, o firmaya bırakıyor yemek işini. Yemeğin tadı tuzu, kalitesi yok. Yemiyorsan, o günü bisküviyle filan geçiştirmek zorunda kalıyorsun. Yemeklerin yenilecek bir durumu da yok ki zaten. Her geçen gün biraz daha çöküyor bu arkadaşlar. Burada müthiş bir düzensizlik hâkim.
Her gün iş cinayetlerinin işlendiği bir ülkede ve sistemde yaşıyoruz. Senin çalıştığın yerde iş güvenliği ne durumda? Gerçekten önlemler alınıyor mu, yoksa ‘’mış’’ gibi mi yapılıyor?
Birtakım yetkililer geliyor, bir şeyler imzalatıyorlar. İmzalamanı istedikleri şeyi “okumana gerek yok” diyerek uzatıyorlar. Yani prosedür gereği, formaliteden kurallar var. İmzayı attıktan sonra da yetkili kişi “Baretin, emniyet kemerin olsun” diyor. Denetim yok, sadece bir cümleden ibaret kalıyor. Kaldı ki, o yetkililer emekçileri mi yoksa para babalarını mı korumaya çalışıyor? Bence ikinci seçenek daha ağır basıyor. Dert işçiyi düşünmek değil; patronun cebi zarar görmesin, bir de işçi masrafıyla uğraşmayayım, kârı daha çok nasıl artırırım, bütün mesele bu.
Mesela çalıştığımız yerde bir tane yelek veriyorlar. Firmanın sırtında reklamı olan, sıcağı gördüğü zaman sırtı yakan, kavuran naylondan bir yelek. Ne baret kontrolü var ne de başka bir şey. Baretsiz çalışılıyor. Yükseklerde çalışan arkadaşların emniyet kemeri dahi yok. Başka bir örnek, kalıpçı arkadaşlar var, iş güvenliği ekipmanı en çok da onlara lazım oluyor, ama onlarda da hiçbir ekipman yok. Çevrenin filelerle örtülmesi lazım, halat gerilmesi gerekiyor, hani işçi düşerse diye, önlem niyetine, tabii bu saydıklarımın hiçbiri yok. İlginç olan belki de şu; çalıştığım firmanın iş güvenliği çalışanı, uzmanı var, yani kağıt üzerinde öyle gözüküyor. O da bize imzalattıkları gibi demek ki, sadece yazılı, pratikte yok…
Baret filan ise olur da iş güvenliğini denetlemeye dışardan birileri gelirse diye veriliyor, takın şunları diyorlar. Onun haricinde yok zaten. Çelik ayakkabı giyilmesi gerekiyor. Bunu da patron sağlamıyor, işçiler kendi paralarıyla bu ekipmanı almaya kalkıyor.
Sağlık görevlisi de yok, başına bir şey gelse sana müdahalede bulunacak bir personel ya da ekipman da yok. Misal geçen bir arkadaşımız düştü, yaşlı bir ağabeyimiz. Kırık çıkık yok, ucuz atlattı ama sonuçta daha kötü şeyler olabilirdi orada, sakatlanabilirdi, kafasını bir yere çarpabilirdi, demire bile saplanabilirdi! O düştüğünde yaşadığımız panik, hepimize bir ömür yeter! Biraz da şansa yaşıyoruz sanırım…
Muğla Üniversitesinden Ömer Çetin düşerek, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Remzi Ersu ise üzerine beton blok düşerek yakın zamanda iş cinayetlerine kurban gittiler. İkisi de harç parasını ve okul masraflarını çıkarabilmek için inşaatlarda çalışan gencecik emekçi insanlardı. Senin çalıştığın yerde hiç üniversite öğrencisi var mı?
Olmaz mı, vardı tabii. Üniversite öğrencisi Çorumlu gencecik bir arkadaş vardı en son. Silimci deniyor, yani betonlardaki kalıntıları zımparalıyordu. Öyle bir arkadaş vardı mesela ve yüksekte iskele kurarak çalışıyordu. İskeleyi kuruyordu çocuk, normalde bir halatı da kendine bağlaması gerekiyor. Hiçbir güvenlik önlemi olmadan çalıştırılıyordu ama, ne ekipman ne başka bir şey… Üstelik sürekli zımparayla iş yaptığı için maskeyle çalışması gerekiyordu. Maskesi sıradan, çok dandik bir şeydi. Koruyucu özelliği yok. Üç nefeste tıkanan maskelerden takıyordu. Akşama kadar aynı maskeyle iş görüyordu. Hem harç parasını çıkarmak için hem de ailesine yük olmamak için çalışıyordu yanımızda. Remzi ve Ömer gibi harç parasını çıkarmak için çalışan gençlerin sayısı hiç de az değil. Bu iğrenç düzen, gencecik, geleceği parlak insanları aramızdan tek tek çekip alıyor! Bu düzen sürdükçe de Ömer ve Remzi maalesef son olmayacak!
Referanduma gelelim istersen. Melih Gökçek’in tuğlalarla yazılan “Hayır”ı, fotoşoplayıp “Evet”e dönüştürmesine ne diyorsun?
Benim çalıştığım yerde de Hayır çoğunlukta. Arkadaşlarımın büyük çoğunluğu Hayır diyor. Benim gözlemim bu, inşaatlarda Hayır, tıpkı genel dağılımdaki Hayır gibi, önde gidiyor. Gökçek ve tayfası da bunu görüyor. Emekçiler arasında Hayır’ın yüksekliği ve direnci, Gökçek’i bunu yapmaya zorluyor, biraz da emekçilerin gücünü biliyor, onları kendi tarafında göstermeye çalışıyor. Başka zaman bizi hatırlamayanlar ya seçimde ya da böyle referandumlarda bizim üzerimizden bir şeyler yapmaya kalkıyorlar. Gökçek çok iyi bildiği bir işi yapıyor aslında, bu yüzden hiç şaşırmıyorum onun bu durumuna...
İnşaat sektörü Türkiye ekonomisinde “motor sektör” denilen sektörlerden birisi oldu ama burada işler peki iyi görünmüyor. Balon şişiyor ama bir yerde patlayacak. Bizleri ne bekliyor?
Ekonomiyi canlı tuttuğunu göstermek için dünyaya bu şekilde bir mesaj veriyor. Dışarısı yemiyor, çünkü inşaat nerede çok ise o ülkenin ekonomisi kırmızı alarm veriyordur aslında. Ama içeride bu yöntem işe yarıyor. İnsanlar bu kadar inşaatı görünce, ekonominin yerinde olduğunu düşünüyorlar. Algı operasyonuna kanıyorlar. Her yere bir şeyler dikerek, ekonominin pürüzsüz ilerleyebileceğini düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Bunu çok yakın bir zamanda göreceğimizi düşünüyorum. AKP’liler evet çıkmadığı takdirde inşaat sektörünün duracağının tehdidini savuruyor. Tıpkı ülkedeki “istikrarsızlık” tehdidini, şimdi şantiyelerde emekçilerin üzerinde de uygulamaya çalışıyor. 16 Nisan’dan çıkacak ne evet ne hayır, bir son değil, aksine mücadele artarak sürecek. Hayır’ın bizim cephemize inanılmaz moral aşılayacağı ise kesin. Patlayacak balonlar karşısında emekçiler saflarını sıklaştırmak zorunda…
Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Bu memleketin emekçileri asla çaresiz ve elleri kolları bağlanmış değil. Karalar bağlamak ise bizden uzak olsun. Emekçilerin umudu; örgütlü mücadele etmekte. O halde tüm emekçileri bu umudu büyütmeye çağırıyorum...
Boyun Eğme dergisinin son sayısından alınmıştır...