Mülk Devri ve Birleşik Alan Teorisi: Kurtuluşu nerede arayacağız?

Programına kapsamlı bir devletleştirmeyi almayan bütün siyasetler burjuvazinin bir parçası ve hilekâr olarak kabul edilmelidir.

Erhan Nalçacı

Herkes kurtulmaktan bahsediyor, AKP’den, Erdoğan’dan, otoriterlikten, başkanlık sisteminden, gericilikten vb. Türkiye’nin son 30 yılda başına gelenler ve aslında bir bütün olan süreç parçalara ayrılıyor ve tek tek parçalara ait bir kurtuluş programı oluşturuluyor. Örneğin, başkanlık sisteminin lağvedilmesi ve parlamenter sistemin güçlendirilmesi bir siyasi programın ortasına çakılabiliyor. Veya çevre felaketine son verilmesi, gericiliğin sonlandırılması, mafyatik ilişkilerle hesaplaşma, kadınların kurtuluşu… Kurtuluşun hangi yoldan gerçekleşeceğini kavramak için bir “Birleşik Alan Teorisi”ne ihtiyaç duyuluyor.

Bu denemede parçalar arasındaki karşılıklı ilişki ve sürecin bütünü yöntemsel olarak incelenecek ve son 30 yıllık sürecin tam orta yerine yaşadığımız mülk devri veya büyük hırsızlık yerleştirilecek, kurtuluş programı bu bütünselliğe yanıt üretecek şekilde anahatlarıyla tartışmaya açılacaktır.

Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası emperyalist restorasyon

Aslına bakılırsa 1970’lerden sonra reel sosyalizmin değil, ABD’nin patronluğunu yaptığı ve 1970’lerde yapısal bir krizin içine giren emperyalist düzenin çözülmesi gerekirdi. Kapitalizm üretici güçleri geliştiremiyor, kâr oranları düşüyor, sistem hızla asalak bir mali sermayeye doğru kayıyordu. Ancak bu sürece devrimci olarak müdahale edecek bir siyasi irade olmadığı için emperyalist düzen yerine reel sosyalizmin 1990’larda büyük ölçüde tasfiyesine tanıklık ettik.

Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ise emperyalist sistemin kesinlikle ömrünü uzattı. İnsanlığın sömürüsüz bir dünya umudu ve iradesinin seyrelmesinden yararlandı, devrim korkusu olmadan sosyalizmli yüzyılda oluşmuş dünyayı restore etmeye başladı. Artık sömürü oranını olabildiğince yükseltebilir, ayak bağı olan sosyal devlet uygulamalarından kurtulabilir, bir talan düzenini azalan kâr oranlarını telafi için yeniden inşa edebilirdi.

Dünyanın siyasi olarak yeniden yapılandırılması farklı ülkelerde farklı seyretti, direnç gösteren ülkelerin başına askeri işgal dahil her şey geldi.

Ancak Türkiye sermaye sınıfı çoktan tercihini yapmış emperyalist sistem ile bütünleşmeyi seçmişti. Daha 10 yıl öncesinden 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesi bu siyasi tercihe işaret ediyordu. Sermaye sınıfı bu bütünleşmede kendi çıkarına bir sermaye birikim modeli görmüştü.

Şimdi bu siyasi tercihin sonuçlarına, bütünü oluşturan ve karşılıklı etkileşimli paralel süreçlere bakabiliriz.

Mülk devri ve bununla ilişkili paralel süreçler 

Mülk devri: Türkiye tarihinin gördüğü en büyük hırsızlık ve talan

Kâr oranlarını artırmanın ve emperyalist sistemle bütünleşmenin temel aracı toplumsal mülkiyete el koymaktan geçiyordu ve Türkiye tarihinin gördüğü en büyük hırsızlık ve talan bu operasyonun göbeğine çakılmıştı. 1986-2019 yılları arasında özelleştirmelerin toplam değeri 79,3 milyar dolar olarak gerçekleşti. 

Neden özelleştirmeleri hırsızlık olarak kabul ediyoruz, parası ödenmedi mi?

Özelleştirilen fabrikaların, madenlerin, kamu mallarının, limanların, yolların, hatta akarsuların bedelinin altında satıldığı söylemek çok basit bir açıklama olurdu. Evet, hepimize ait olan üretim araç ve nesneleri yok pahasına sermaye sınıfının eline geçti, bu doğru, ama bu mülkün bir bedeli olamazdı. Çünkü daha sonra değineceğiz, topluma ait olan mülk bu toplumun geleceği, sosyal güvencesi, hatta yurttaş olmanın garantisiydi.

Türkiye’de yasa üstünde herkese ait olan bu mülk emekçilerin alın teri ile yaratılmıştı ve mülkü elinden çıkarmak isteyen olamazdı. Gerçekten özelleştirmelere karşı önemli toplumsal mücadeleler oldu. Eğer mücadeleler parçalanmamış olsaydı ve emekçi sınıflar bir bütün olarak karşı koyabilselerdi, bu hırsızlık engellenebilirdi.

Bütün sermaye partileri bu büyük talanı yönetmek istediler, ancak bu zor görev bu görev için tasarlanmış AKP tarafından gerçekleştirildi. Emekçi sınıfları din temelli olarak bölen ve hedef şaşırtan, ama kadroları belediyelerde komisyonculuğa alışmış ve her şeyi komisyon karşılığı satabilecek kapasitedeki AKP büyük talanın aracısı oldu.

Ayrıca mülk devrini sadece sermayeye devredilenler olarak görmemek gerekiyor, devletin elinde kalanlar da piyasalaştırıldı ve kâr mantığına göre çalışan şirketlere dönüştürüldü.

Yine sonra ilişkili süreçlerde değineceğiz, talanın bir diğer boyutu sömürü oranı çok yüksek ve sermaye için engelsiz bir ülke yaratmak Türkiye’ye önemli bir sermaye transferine neden oldu. Yani, 2000’lerin başında kamu mülkiyetinde olmayan ancak sonradan kurulan bütün fabrika ve işletmeler de aslında özelleştirme sürecinin bir parçasıydılar.

Mülk devrine eşlik eden paralel süreçler

Emeğe saldırı

Demin değindiğimiz gibi Türkiye tarihinin gördüğü en büyük talanı gerçekleştirmek için emeğin örgütsüzleştirilmesi gerekiyordu. Ancak özelleştirmeler bir kısır döngü yarattı ve emeğin örgütsüzleştirilmesinin en büyük aracı oldu.

Sonuçta topluma ait fabrika ve işyerlerinde açıktan sendika düşmanlığı yapmanın sınırları vardır ve Türkiye’de işçiler esas olarak kamuda örgütlüydüler. Toplum yararını önceleyen kamu iktisadi teşekkülleri işçilerin insanlık dışı sömürüsünü başa yazmaz doğası gereği.   Özelleştirme ve piyasalaştırma süreci adeta sendikalı olmayı yasakladı. Bugün tüm işçilerin %6 kadarının sendikalarda örgütlü olması ve bu çok düşük oranın çoğunun da devlet güdümlü sağcı-sarı sendikalar tarafından oluşturulması durumu özetliyor. 

Ayrıca daha önce kamu eliyle düzenlenen ve sosyal devletin parçası olan hizmetler piyasalaşan/özelleştirilen bir “sektöre” dönüşünce buradaki işçiler de derin bir sömürü ile karşılaştılar.

Ayrı bir başlık olarak ele alınması gereken bu süreç sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esnek çalıştırma ve çeşitli terletme düzenekleri ile işçi sınıfını böldüğü gibi işçi sınıfını inanılmaz yükseklikte bir sömürü oranına mahkûm etti.

Laikliğin ilgası

Buna biraz önce değindik, Türkiye’de devletin şöyle ya da böyle korunan laiklik özelliği sermayenin tercihi nedeniyle tasfiye edildi ve dinin devlet işlerine bulaşması doğal bir süreç haline geldi.

Neden, Türkiye sermaye sınıfı dindar olduğu için mi? Bu asalak sınıfın varsa eğer dindarlığı kendisi kadar sahtekâr olmalıdır. Esas olarak sermaye sınıfı bu olağanüstü hırsızlığı, bu devasa mülk devrini meşrulaştırmak için dinin siyasete alet edilmesini öne sürdü. İşçi sınıfını dini bütün-laik diye bölmek, çaldığı minareyi sokacak bir kılıf bulmak için operasyonu dinci gerici bir partiye yaptırdı.

Eğer kamusal mülkiyet korunsaydı, kapitalizm üretim ilişkileri altında bile böylesi bir aydınlanma düşmanlığına maruz kalmayacaktık.

Sosyal devletin ortadan kaldırılması

Özelleştirme/piyasalaştırma sürecinin büyük ölçüde ortadan kaldırdığı bir diğer olay sosyal devlet oldu. Devlete ait kurumların özelleştirilmesi bu kurumlara ait kreşleri, okulları, lojmanları, servisleri, tatil ve dinlenme tesislerini de ortadan kaldırdı. Öyle oldu ki emeklilik bile özeleştirilmeye çalışılıyor ve prim ödersen hak edeceğin bir sürece dönüştürülmek isteniyor.

Ayrıca piyasalaşma/özelleşme süreci sağlık hizmetlerini, okulları, üniversiteleri, kültür kurumlarını içerdiği için bu alanlar emekçiler için sosyal ücretin dışına çıktı. “Piyasa çeşitliliği” içinde cebindeki para kadar ulaşabileceğin hizmetlere dönüştü.

Kamusal bilincin eritilmesi 

Kamu mülkünün önde olduğu bir toplumda kapitalizme rağmen toplumsal görev ve topluma karşı sorumluluk hissinin yükselme şansı buluyordu. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere bütün hizmetlerin özelleştirilmesi toplumcu bilinç üzerinde ezici bir etki yarattı.

Örneğin, farklı yönleri de olsa aşı karşıtlığı veya tereddüdü toplumsal bilince sahip emekçinin yerini kendisini şirket sanan bireylerin alması ile büyük ölçüde ilişkilidir. Eskiden aşı olmak topluma karşı bir görev iken, şimdinin şirket insanı bireysel risklerini tartarak bireysel kararlar alıyor.

Eskiden eğitim devletin asli bir görevi, aile ve çocuklar için topluma yararlı bireyler olarak yetişmenin sorumluluğu iken, şimdi kendini şirket sanan ailelerin beşerî sermaye yatırımı olarak görülüyor. Eğitimde piyasalaşmanın yarattığı toplumsal eşitsizliğin katmerlenmesi ayrıca vurgulanmalıdır.

Yasama yargı ve yürütmenin sermayeye devri

Burada açılması gereken iki önemli sorunla karşı karşıyayız. 

İlki, burjuvazinin bir ülkede egemen sınıf haline gelmesi ile bütün mülkiyeti eline geçirmesi arasındaki farkı anlamak.

İkincisi ise mülk devri olayının uluslararası karakterini kavramak.

  • Sermayenin her şeyi mülkiyetine geçirmesi neyi değiştiriyor? 

Türkiye’de burjuva devrimi sonrası sermaye egemen sınıf haline gelir ve ulusal düzeyde siyaseti belirler. Ancak sermaye birikiminin tarihsel koşulları kamusal mülkün önde olmasını gerektiriyorsa kamusal çıkarı koruyan kurumlar ve yasalar kaçınılmaz olur. 1990 öncesini yaşayan herkes çeşitli sermaye gruplarının hedeflerinin Danıştay’dan nasıl döndüğünü çok iyi hatırlar. Sayıştay’ın denetleme yetkisinin gücü de aynı şekilde etkilidir. Ayrıca devletin şirketlere karşı sermayenin uzun vadeli çıkarlarını koruyan görece bağımsız bir tavrı bulunurdu.

Ancak emperyalizmle bütünleşme süreci bu devasa mülk devri sonunda kamu çıkarını koruyan hiçbir kurumu işler durumda bırakmadı. Bütün yasama, yargı ve yürütme faaliyeti sermayeye hiçbir engel oluşturmayacak, aksine yağmayı hızlandıracak ve kolaylaştıracak şekilde örgütlendi. Bütçe disiplini ortadan kalktı, yürütme bütçeyi emme basma tulumba gibi sermayeye pompalamaya başladı. Yasama, yargı ve yürütme tekellerin bir kurumuna dönüştü. 

  • Yabancı sermaye yatırımlarının yasama, yargı ve yürütmeye etkisi 

Sermaye birikiminin bu dönemdeki çok önemli bir özelliği ise Türkiye’ye büyük bir yabancı sermaye yatırımının olmasıydı. Son yirmi yılda Türkiye’ye doğrudan yatırım tutarı 165 milyar doları geçti. 

Bu durum yürütmedeki siyasetin bütün milliyetçi böbürlenmesine rağmen Türkiye’nin egemen sınıf kavramını da değiştirdi ve egemenlik uluslararası tekellerle paylaşılmaya başlandı. Ayrıca bir üretim aracı veya nesnesi özellleştiriliyorsa -ki bazen doğrudan yabancı sermayeye satıldı- artık bu mülkün hisse senedi piyasası nedeniyle kimde olduğunu kontrol etmek imkânsız hale geldi.

Bütün bunlar Türkiye’yi Tahkim, TRIPS, Avrupa Gümrük Birliği Anlaşması gibi emperyalist düzenin yasama ve yargısına mahkûm etti. Erdoğan’ın geçenlerde “sizden söke söke alırlar” demesi yasama ve yargının yeni egemenlik ilişkilerine göre düzenlenmesine işaret ediyordu. 

Bunun dışında sermaye Türkiye’yi yabancı sermayeye açarken, kendisi yabancı ülkelere yatırım yapmaya başladı. Türkiye’nin sanayileşmesi gibi süreçlerle alakası kalmayan sermaye nerede daha ucuz işgücü ve kâr olanağı bulursa oralara aktı ve bu ülkelerin iç işlerine karışmaya başladı.

Yurttaşlığın son bulması

Burjuva devrimlerinden sonra insanlar birbirlerine “yurttaş” diye hitap ederler. Bu hitap onların yasa önünde eşit olduklarını gösterir. 

Türkiye burjuva devriminde bu süreç “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şeklinde ifade edilmiştir. Ancak mülkiyette eşitsizliğin yasa önündeki eşitliği bozduğu ve geçersiz kıldığı bilinir.

Ancak bahsettiğimiz büyük yağmadan sonra durum o kadar vahim hale gelmiştir ki yurttaşlıktan dahi bahsedilemez hale gelmiştir. 

Önceden yurttaşların farklı renkler taşıyan burjuva partilerine oy vererek, yargıya başvurarak, örgütlenerek bir şekilde yönetime katılma hakkı bulunuyordu. Şimdi ise yurttaşlara ait bir yurt kalmamış gözüküyor, ayağımızı bastığımız, çalıştığımız her şey sermayeye ait. Ne seçim, ne yargı, ne basınç oluşturma, ne etkileme… Büyük yığınları oluşturan emekçiler artık yurttaştan çok ağanın toprağında çalışan ırgata veya köleye benziyorlar.

Örneğin, pandemi nedeniyle tam kapanma ilan edildiğinde bütün fabrikalar çalıştı, işçiler bir kez daha “yurttaş” olmadıklarını fark ettiler.

Bir şekilde seçim hileleri, Taksim meydanına Cami dikilmesi, İstanbul Sözleşmesinin bir gecede iptali, üniversitelere rektörlerin atanma usulü, ne derseniz, her şey bize yurttaşlıktan çıkarıldığımızı söylüyor. Ama bu artık başkasının malını yönetemeyeceğimiz içindir.

Erdoğan’ın karakterindeki olumsuzluklar Başkanlığın sanki onun kişiliğinden kaynaklandığı yanılsamasını yaratıyor. Oysa başkanlık adı altında dayatılan rejim sermayenin doğrudan mülk olarak bütün ülkeye, fabrikalarından barajlarına kadar el koymasıyla ilgilidir.

Mafyalaşma/Çürüme

Son dönemde ortaya saçılan bilgi kırıntıları bize yürütmenin ve yargının kara para aklama, uyuşturucu ticareti gibi her türlü kirli işin içinde olduğunu gösteriyor. Ne sermayenin ne devletlerinin kirli/temiz diye ayrılacak bölmeleri kalmamıştır. Bütün suç kabul edilen işler kamusal mülkiyetin çökertildiği bir toplumda kolayca üreme olanağı bulacak, azalan kâr oranlarını telafi etmenin olağan yollarından birine dönüşecektir.

Planlı ekonominin imkânsızlığı

Şurası çok açık, planlı bir ekonomi ancak hatırı sayılır bir kamusal üretim varsa bir ülkede gerçekleşir. Bahsettiğimiz büyük yağma planlamayı imkânsız kılmıştır. Kimin malını, kimin üretimini planlayacaksınız! Ayrıca Türkiye’deki üretim sürecinin önemli bir kısmı artık yabancı tekellere aittir, dolayısıyla ulusal düzeyde bir merkezi planlama şansı da kalmamıştır.

O çok güçlü gözüken iktidar aslında yetkisizdir, pandemide neyin açılıp kapanacağına örneğin sermaye karar vermiştir. 

Türkiye bir çevre felaketine sürükleniyor

Üretimin planlanamaması ve yağmanın sermaye birikiminin esasını oluşturması Türkiye’nin büyük bir çevre felaketiyle yüzleşmesine yol açtı. Bir yanda kuraklık diğer yandan aşırı yağışlar, bir yandan orman yangınları diğer yandan su ve toprağın aşırı derecede kirlenmesi.

Muhakkak Türkiye’nin bütünleşmeye çalıştığı emperyalist düzenin bunda çok katkısı var, ama hiçbir kurala bağlı olmayan, yağmalamaktan ve günü kurtarmaktan başka bir fikri olmayan Türkiye kapitalizminin de bu işte ciddi bir rolü bulunuyor.

Türkiye plansızlığın ürünü olarak tarım arazilerini önemli ölçüde yitirdi ama daha büyük bir gıda güvenliği sorunu kapıda olabilir.

Nasıl bir siyasi program?

Süreci bir bütün olarak değerlendirdikten sonra artık bir kurtuluş programı üzerinde ana hatlarıyla çalışabiliriz.

Talan edilen mülk geri dönecek

Kurtuluşu hedefleyen bir siyasi program mutlaka en başa kamulaştırmayı yazmak zorundadır. Devletleştirme kamulaştırmanın tek geçerli biçimidir. Kamulaştırma sadece son yirmi yılda özelleştirilenleri değil, sermayeye ait bütün üretim araç ve nesnelerini, bankaları ve ticareti içermelidir.

Programın altına girecek toplumsal kesim bu ülkenin emekçi sınıflarıdır

Siyasi program işçi sınıfı başta olmak üzere bu ülkenin bütün emekçilerini kapsamalıdır. Onların örgütlülüğünü ve programı kavramalarını sağlayacak bir öncülük gerekir.

Sermayenin hiçbir kesimi ile bu çapta bir kamulaştırma üzerine uzlaşılamaz. Hırsızların soyulması programın esasını oluşturmalıdır.

Kurtuluş programı uluslararası bir niteliğe sahip olmalıdır

Kurtuluş programı bu ülkede yaşayan farklı etnik kökenli kesimlerin emekçilerini buluşturmalı, ortak mücadeleye davet etmelidir.

Daha önce gördüğümüz gibi uluslararası tekellerin etkinliği ve Türkiye sermayesinin yurt dışına açılmasının sonuçlarından birisi Türkiye’nin çok sayıda göçmen işçiyi barındırır hale gelmesidir. Kurtuluş programı bütün göçmen işçileri de kapsamalıdır.

Ayrıca sermaye sınıfı sermaye ihraç ettiği ülkelerde de kamulaştırmadan kurtulamamalıdır. Program diğer ülkelerin emekçi sınıflarına ait öznelerle dayanışmayı ve ortaklaşmış siyasi hedeflerle mücadeleyi örmeyi gerektirir.

Emekçi sınıfların ihtiyaç duyduğu diğer program maddeleri devletleştirme üzerinde yükselecektir

Toplumsal mülkiyetin eksiksiz kurulması daha üst düzeyde ve eksiksiz bir laikliğe, halkın her düzeyde yönetime katılmasına, toplumsal bilince sahip bir siyasallaşmaya, planlı ekonomiye, çevre sorunları ile başa çıkmaya, gelişkin bir sosyal devlete, emeğin her düzeyde örgütlü olmasına ve insanın insanı sömürmesinin engellenmesine yol açacaktır.

Türkiye’nin son 30 yılda yaşadığı süreci bölerek ve kamulaştırmayı dışlayarak hedefler belirleyen her siyaset sermayeye aittir

Programına kapsamlı bir devletleştirmeyi almayan bütün siyasetler burjuvazinin bir parçası ve hilekâr olarak kabul edilmelidir. Bu tip programlarla ittifak girişimleri de aynı hilekarlığı ve sermayenin parmak izlerini taşımaktadır.

http://dayanismameclisi.org/