Liberalizmin kökenleri

'Liberalizmin insan ve kapitalizm tasarımının, neredeyse 17. yüzyıldan bu yana pek değişmediğini görmek mümkündür.'

Hüseyin Özel

Bu yazı Eylül 2022 tarihli Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) yer almaktadır.

1) Liberalizmin kapitalizme bakışı

Kendi kökenlerini 1215’teki Magna Carta Libertatum’a dayandırmayı pek seven1 Liberalizmin2 gelişimi, gerçekte tarihsel olarak kapitalizmin gelişimiyle paralellik göstermektedir. Bu anlamda liberalizmin, kapitalizmin resmi ideolojisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Liberalizme göre, piyasalara dayanan kapitalist iktisadi sistemin, üç temel soruna yönelik en iyi çözümü verdiğini ileri sürmektedir3: İlkin, iktisatçıların “koordinasyon sorunu” dedikleri, bireysel iktisadi karar birimlerinin plan ve davranışları arasındaki uyumun sağlanması, ya da “kaynak dağılımı” sorunu, ikincisi, etik anlamda önemli olan bireysel özgürlük sorunu ve üçüncüsü de, bireysel çıkarlar ile toplumsal çıkarların nasıl uzlaştırılabileceği ya da sosyal “düzenin” nasıl sağlanacağı sorunudur.

Kapitalizm4, bu sorunları çözmede en başarılı sistemdir çünkü, bireysel özgürlüğe dayanan “serbest girişim” ekonomisi, piyasalar aracılığıyla bireysel çıkarları birbiriyle uyumlu kılmak gibi bir işlevi yerine getirmektedir. İktisatçıların pek sevdiği ünlü Say Yasası, yani “her arz kendi talebini yaratır” biçimindeki yasa, bir ekonomide toplam arz ile toplam talep arasında her zaman eşitlik olacağını öngörmektedir. Başka deyişle, piyasa sistemi kendi haline bırakıldığında, herhangi bir dışsal müdahaleye (özellikle devlet müdahaleleri) gerek kalmaksızın mümkün olan en iyi kaynak dağılımını gerçekleştirecektir. Devlet müdahaleleri tam tersine, iyi işleyen bir mekanizmayı bozma, kötüleştirme tehlikesi yaratacaktır. Bu türden müdahaleler, aynı zamanda bireysel özgürlüğün kısıtlanması anlamına da geleceğinden, özgürlük ve insan haklarının gerçekleşmesi karşısındaki en büyük engeldir. Bu bakımdan serbest girişim ekonomisi, aynı anda hem iktisadi sorunun çözülmesi hem de özgürlük, insan hakları ve demokrasinin korunması bakımından gereklidir. Zaten tarihe bakıldığında, en azından 15. yüzyıldan bu yana, kapitalizmin iktisadi, siyasal ve sosyal bakımdan insanlık tarihinde eşi görülmemiş ölçüde başarılı bir sistem olduğunu görürüz. Bunların yanında sistemin en iyi taraflarından birisi, Adam Smith’in ortaya attığı ünlü “Görünmez El” kavrayışıdır. Buna göre, kapitalizm, herhangi bir plan ya da tasarı olmadan, bütünüyle bireylerin davranışına dayanarak toplumsal düzeni kendiliğinden sağlama eğilimindedir. Smith’in büyük ölçüde Newton’un mekanikçi anlayışından türettiği Görünmez El metaforu, aslında piyasa “mekanizmasının” işleyişine yapılan bir göndermedir. Aşağıda tartışılacağı gibi, Görünmez El ve onun toplumsal karşılığı olan “Sosyal Kontrat” teorileri, liberalizmin bugün de vazgeçemediği kavramsal araçlardır.

Liberalizme göre piyasa sistemi, kendi seçimlerini yapacak özgürlüğe sahip bireylerin, araç-amaç uyumunu gözetecek biçimde, “rasyonel” ve “hazcı” bireyler olarak davranmalarını gerektirmektedir. Sistem, karşılıklı çıkarlara dayanan sözleşme tipi değiş tokuş ilişkilerine dayandığından, özel mülkiyet hakkı ile sözleşme özgürlüğünü gerektirmektedir. Değiş tokuş ilişkisi, tarafların davranışlarını, özgür iradeleriyle, piyasa dışından kaynaklanan herhangi bir kısıt ya da baskıya boyun eğmeden gerçekleştirebilmelerini sağlar; ayrıca değiş tokuşa konu olan değerlerin birbirine eşit olması gerektiğinden, bireylerin eşitliğini de içermektedir. 

Bu anlamda piyasa sisteminin kurumlaşması, aslında insanın bireyliğinin de “icat edilmesi” anlamına gelmiştir, çünkü birey artık, Aristotelesci anlamda “politik hayvan” olma niteliğini yitirerek, kendi başına, toplumun diğer üyelerinden yalıtılmış ve yaşayabilmek için piyasanın gerekleri doğrultusunda eylemek zorunda olan bir “atom” haline gelmektedir. Bireylerin kendi çıkarları peşinde koşması, onları değiş tokuş ilişkisine götürmekte, bu da piyasaları ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla birey, hem sözü edilen kurumsal yapının bir sonucudur hem de bu yapının kendini yeniden üretebilmesi için vazgeçilmez bir araçtır. Böylesi bir bireyde var olan temel özellikler onun akılcı, kendisi için iyinin ne olduğunu bilecek ve kendi seçimlerini yapabilecek kapasitede olması; yalnızca kendi mutluluğu peşinde koşan, “hazcı” bir birey olması; seçme özgürlüğüne sahip olması ve sözleşme tipi ilişkilerin öngördüğü belirli bir ahlak anlayışına sahip olması olarak özetlenebilir. 

İnsanlar için önemli olan yaşamlarında olabildiğince haz sağlamak, acıdan da kaçmaktır. Kişiye neyin acı, neyin haz vereceği bütünüyle kendisine bağlıdır; bu konuda önceden, kişinin dışında belirlenmiş ilke ya da ölçüler söz konusu olamaz. Faydacılığın (utilitarianism) kurucusu olarak bilinen Jeremy Bentham’ın (1748-1832) deyişiyle, “serserilik de, en az şiir kadar iyidir”5. Bu yüzden Rahibe Theresa ile Hitler arasında, örneğin hedeflerinin ahlaki üstünlükleri bakımından bir karşılaştırma yapmak olanaklı değildir. Önemli olan her bireyin bütünüyle kendisinin benimsediği ölçülere göre olabildiğince çok fayda sağlayacak biçimde davranmasıdır. Faydacılık, bütün bir toplumun mutluluğunu da bu ilkeye dayandırmaktadır; toplum için de mutluluk, tek tek bireylerin mutluluklarının toplamıdır. Böyle bir davranış biçimi ise, piyasa sisteminin işleyişi bakımından en gerekli olan koşullardan birisidir; zaten iktisat kuramının göstermeye çalıştığı da aslında budur. Bu bakımdan iktisat, yalnızca ekonomik sorunun çözümü için değil, aynı zamanda, benimsemiş olduğu “toplumsal sözleşme” kuramı ile toplumsal düzenin sağlanması sorununun çözümü için de akılcı, çıkar gözeten, hazcı davranışın önemini vurgulamaktadır.

Böyle bir bakış açısını irdelerken, iki nokta üzerinde durmak yararlıdır. İlkin, hazlar arasında niteliksel bir ayrım yapmak, bazı hazların nitelik bakımından diğerlerinden daha önemli olduğunu düşünmek olanaklı değildir; örneğin Homeros’un İlyada’sını okumanın boş oturmaktan daha yüce bir uğraş olup olmadığını tartışmak anlamsızdır. Önemli olan bu etkinliklerin kişiye verdiği hazdır. Bununla doğrudan bağlantılı olan ikinci ve daha da önemli bir nokta, kişiye neyin haz vereceğinin bütünüyle kişinin kendisine bağlı olmasıdır. Eğer kişi için serserilik etmek felsefe yapmaktan daha fazla haz sağlayan bir şey ise, o durumda serserilik etmek daha iyidir. Bir başka deyişle neyin haz, neyin sıkıntı ya da acı verici olduğu, giderek neyin iyi, neyin değerli, neyin önemli olduğu konusundaki tek yargıç, yine kişinin kendisidir. Bu bakımdan hiç kimseyi, zevkleri, tercihleri, kendisine mutluluk, haz ya da neşe veren şey ya da etkinlikler konusunda eleştirmek olanaklı değildir. Bu ilkeyi giderek bütün bir toplum için de genelleştirmek de olanaklıdır. Örneğin eğer serserilik etmek, daha fazla sayıdaki insan için, İlyada’yı okumaktan daha fazla haz veriyorsa, bu yapıtı okumak ve yorumlamaya tercih edilecektir; bunda da yanlış olan bir şey yoktur. Birey özgürlüğü de zaten bu demektir. 

Bu özgürlük kavrayışının, Isaiah Berlin’in tanımladığı “negatif” bir özgürlük olduğu söylenebilir6. Berlin, “negatif” özgürlüğün, daha çok bireyin dışındaki, onun hareket serbestisini, davranışlarını sınırlayan etkilerin varlığı ile nitelendiğini söylemektedir; bu kısıtlar ortadan kalktığı ya da azaldığı ölçüde birey daha da özgür olacaktır. İnsanın herhangi bir dış müdahaleye bağlı olmadan, bütünüyle kendi vicdanına, özgür iradesine dayanarak davranabilmesi, onun özgürlüğünün ve eyleme gücünün de göstergesidir. Dolayısıyla, piyasa sistemine dayanan modern uygarlıkta, örneğin Liberalizmin önde gelen temsilcisi Friedrich von Hayek’in sözleriyle, “bireylerin, tanımlanmış sınırlar içerisinde, başkalarının değil, kendi değerleri ile tercihlerini izlemesine olanak verilmelidir; bu sınırlar içerisinde, bireyin hedefler sisteminin de her şeyin üzerinde olması ve başkalarının hedeflerinin bireye dikte edilmemiş olması gereklidir.”7 Dolayısıyla, Hayek’e göre, piyasanın işleyişi için ekonomi dışı herhangi bir müdahale (devlet müdahalesi, tekellerin varlığı, sendikalar, vs.) olmamalıdır. Özellikle devlet müdahaleleri, hem özü gereği baskıcı nitelikte olduğundan özgürlüğü yok eder hem de piyasanın işleyişini bozarak, kaynak dağılımını bozar. Başka deyişle, bir makine düzeniyle işleyen sisteme dışarıdan yapılacak her türlü müdahale, bu mekanizmanın işleyişini bozarak daha kötü sonuçlar yaratacaktır. Dolayısıyla, atomculuk ve mekanist felsefe ile insan “doğasını” açıklayan çıkar güdüsü ve hazcılık, liberalizmin dayandığı felsefi artalanı açıklamaktadır. Bu bakımdan liberalizmi yaratan tarihsel koşullara eğilmek yararlı olabilir. 

2) Görünmez el ve sosyal kontrat

Liberal iktisadın “koordinasyon sorununa” verdiği yanıt olan Görünmez El kavrayışı, yalnızca sistemin kaynak dağılımı ile sermaye birikim sorunlarını çözebilme kapasitesine sahip olup olmadığı sorusunu dikkate almamaktadır; kavrayışın önemli bir boyutu da, piyasa sisteminin aynı zamanda, kendi dayandığı toplumsal ve kurumsal yapıyı sürekli ve sorunsuz bir biçimde, bireysel davranışlar temelinde yeniden üretme kapasitesine sahip olup olmadığı sorusuna da bir yanıt niteliğindedir. Görünmez El kavrayışının bu iki boyutu, Adam Smith’den bu yana iktisadın disipliner sınırlarını tanımlamaktadır; anlayış, bir yandan piyasa ekonomilerinde farklı karar birimleri arasındaki koordinasyonun nasıl sağlanacağı, yani bireylerin verdikleri kararların nasıl olup da birbiriyle uyum içerisinde olacağı, öte yandan da bu uyumun aynı zamanda hiç kimse istemese ya da niyetlenmese bile nasıl olup da yaşayabilir ve istikrarlı bir ekonomik ve toplumsal düzeni ortaya çıkarabileceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu bakımdan Adam Smith’in yalnızca iktisadın değil, aynı zamanda öteki toplumsal bilimlerin de kurucuları arasında yer almayı hak ettiğini söylemek olanaklı görünmektedir, çünkü Smith, toplum kuramının bugün de hala önemli bir sorunu olan “düzen sorununa” doyurucu bir yanıt veren ilk düşünürlerden birisidir. Aslında, Smith’in bireyin, “görünmez bir el tarafından, hiçbir biçimde kendi niyetlenmediği bir hedefe doğru yönlendirilmekte”8 olduğunu söylediği günden bu yana, modern toplumlardaki toplumsal içyapışkanlığı (cohesion) koruyan şeyin ne olduğuna ilişkin yanıtın, yani “niyetli davranışın niyetlenilmemiş sonuçları” (unintended consequences of intentional human action) argümanının bugün de pek değiştiği söylenemez.9

“Kendiliğinden düzen” kavrayışının, genel olarak modernitenin (hatta belki de  kapitalizmin gelişiminin) bir ürünü olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir. 16. yüzyıldan başlayarak, Copernicus devrimi ile ardından gelen Galileo ile Newton’un gezegenlerin ve gök cisimlerinin hareketlerini düzenleyen mekanik yasaların oluşturduğu düzen kavrayışının yerleşmesinin ardından10, insanların dünyasında da aynı türden bir düzenin varolup olmadığı sorunu, modern insanın düşüncesini yönelttiği en önemli sorunlardan birisi olmuştur. Kısaca “düzen” sorunu olarak adlandırabileceğimiz bu sorun, toplum kuramı bakımından önemini hala sürdüren bir sorundur: her birisi kendi düşüncelerine, isteklerine, çıkarlarına dayanarak davranışlarını sürdüren insanlar bir araya geldiğinde neden bir çatışma değil de bir düzen ortaya çıkmaktadır (ya da gerçekten bir düzen ortaya çıkmakta mıdır)? 

Bu durumu bir benzetme ile açıklamak olanaklı görünmektedir11: çok sayıda müzisyenden oluşan bir orkestranın düzeni nasıl sağlanabilir? modern düşünce içerisinde, bu soruna verilen üç yanıtı, aynı benzetme ile şöyle ifade edebiliriz: (1) önceden kurulmuş düzen: orkestradaki müzisyenler, icra edilen eseri çok iyi bilmektedirler. Bu yüzden de icralarını uyum içerisinde sürdürürler; (2) merkezi olarak yaratılan uyum: müzisyenler arasındaki uyum, eseri bilen ve kimi zaman onu değiştirebilen bir şefe bağlı olarak kurulabilir; (3) kendiliğinden düzen: müzisyenler, ötekilerin çıkardığı sesi dinleyerek edindikleri bilgileri değerlendirerek birlikte uyumu gerçekleştirirler. Bu benzetme, daha çok doğaçlamaya dayalı müzik yapan ve bir şefleri olmayan bir müzik topluluğunu çağrıştırmaktadır. Bu üç düzen kavrayışı sırasıyla Newtoncu (ya da Leibnizci) düzen anlayışına, Hobbes’un düzen anlayışına ve Adam Smith’in (ya da Hayek’in) düzen anlayışına karşılık gelir görünmektedir.

Newtoncu gezegenler mekaniğini açıklayan düzen kavrayışı ya da düşünür Leibniz’in “monadoloji” yaklaşımıyla getirdiği düzen anlayışı12, önceden (Tanrı tarafından) kurulmuş olan, ancak işleyişi için dışarıdan herhangi bir müdahale gerektirmeyen mekanik bir düzeni tasarlamaktadır. Örneğin Leibniz’in yaklaşımında, bu düzen, Descartes’in felsefesindeki madde ile ruh arasındaki ilişkileri anlatmakta kullanılan benzetmeyle, aynı anda kurulmuş olan ve işleyişini yan yana, ama birbirinden bağımsız olarak sürdüren çok sayıda saatin bulunduğu bir duruma benzer; bütün saatler aynı anda kurulmuş olduğundan, aralarındaki uyum sonsuza kadar sürecektir. Newtoncu sistemde de böyle bir tasarım vardır; gezegenler arasındaki uyum, önceden kurulmuş ve mekanik çekim kuvvetinin bir arada tuttuğu13, bütünüyle mekanik bir düzen ile sağlanmaktadır.14 Böyle bir düzen kavrayışının, doğanın yanı sıra toplumda da var olup olmadığı, ya da toplumdaki düzeni sağlayacak olan “çekim kuvvetinin” ne olduğu sorusunun eninde sonunda sorulması son derece doğaldı. 

Ancak buradaki en büyük güçlük, insanların gezegenler gibi tamamıyla mekanik biçimde hareket eden nesneler olmayıp onların duygu, düşünce ve niyetlerine göre davranışlarını belirledikleri olgusudur. Başka deyişle insanlar, kendilerine verilmiş olan notaların dışına çıkarak, müziği değiştirme gücüne sahiptirler; onların davranışını niteleyen esas özellik, kendiliğindenlik ve davranışlarının niyetlenmiş davranışlar olmasıdır. Yine de bu, böyle bir düzenin toplumda da bulunamayacağı anlamına gelmiyordu; bu düzen kavrayışı, doğal haklar doktrinine dayanan “toplumsal sözleşme teorisi” ile verilecekti. Ancak bu teorinin, kendiliğinden düzen kavrayışını reddeden bir düşünürden, yani Thomas Hobbes’tan (1588-1679) gelmesi son derece ilginçtir. 

Hobbes, 1651’de yayınlanan ünlü yapıtı Leviathan’da15 belki de toplum kuramının hala çözmeye çalıştığı sorunu ilk kez formüle etmişti: eğer insanlar kendi çıkarlarını gözeterek davranıyorlarsa, toplumdaki düzeni sağlayan ne olacaktır? Başka deyişle, bireysel çıkar ile toplumsal çıkar arasında var olduğu düşünülen çatışma nasıl ortadan kaldırılabilir? Hobbes’a göre, insanların davranışlarının temel belirleyicisi çıkardır. Bütün insanlar, doğaları gereği eşittirler ve aynı davranışı göstermektedirler. Hobbes’un tanımladığı “doğal durum”, herhangi bir devletin ya da otoritenin bulunmadığı, her insanın varlığını sürdürebilmek için bir yanda kendi özgürlüğünü korumaya, öte yanda da ötekiler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığı, yani kısaca herkesin herkesle savaş içinde olduğu (bellum omnium contra omnes), adalet ya da adaletsizliğin değil, yalnızca savaşın hüküm sürdüğü bir durumu nitelemektedir.16 Ünlü “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) önermesi ile betimlenen böyle bir durum doğal olarak, insanın güvenliğinin ve toplumsal düzenin sağlanmasının olanaklı olmadığı bir durumu göstermektedir. Bu yüzden insanlar, düzeni sağlamak amacıyla bir araya gelerek yaptıkları bir “toplumsal sözleşme” ile, merkezi bir otorite (devlet) oluşturarak onun egemenliği altına girerler. Bu sözleşme ile insanlar doğal haklarını devlete devretmiş durumdadırlar; devlet de esas olarak zor yoluyla düzeni sağlamaktadır. Dolayısıyla Hobbes’a göre anarşiden kaçmanın tek yolu, despotik devlettir. 

Böyle bir kavrayış, doğal olarak piyasa içerisinde hareket eden bireyin özgürlüğünden vazgeçmesi anlamına geldiğinden, bu sistemin benimseyebileceği bir kavrayış olmaktan uzaktır. Ama öte yandan da Hobbes’un insan doğasına ilişkin yaklaşımı, sistemin gerektirdiği türden bağımsız, kendi çıkarları temelinde davranan birey tipine dayanmaktadır. Bu durumda sorun, bu ikisinin uzlaştırılıp uzlaştırılamayacağı, yani birey özgürlüğünden vazgeçmeden toplumsal düzenin sağlanmasının bir yolu olup olmadığı sorunuydu. Bu soruna Locke tarafından verilen yanıt ise, bugün hala liberal toplum kuramının (ve belki de hatta iktisadın) vazgeçemediği türden bir yanıt niteliğini korumaktadır. Locke, doğal haklar öğretisi ve toplumsal sözleşme teorisini korumuş, ancak insanların Hobbes’un düşündüğü gibi birbirlerinin “kurtları” olmasının gerekmediğini ileri sürmüştü. Locke da tıpkı Hobbes gibi insanların “doğal durum”dan çıkmak için sözleşme içine girdiklerini düşünüyordu; ancak bu doğal durum bir savaş durumu olmanın ötesinde, “insanların akıl yürütmeye dayanarak, kendilerini yargılayacak herhangi bir ortak üst otoriteye tabi olmadan yaşadıkları”, bir durumu yansıtmaktaydı. Böylesi, sadece akla ve (akla uygun nitelikteki) doğa yasalarına boyun eğen, polis ya da mahkemelere gereksinim duymayan, “erdemli anarşistlerin”17 yaşadığı bir durumu anlatmasına karşın, insanların bu düzende de güvenlik içerisinde olmamaları, hâlâ her bireyin kendi yargıcı olması, kendi haklarını kendisi korumak zorunda olması yüzünden, yine toplumsal sözleşme ile devleti yaratmışlardı. Locke’a göre “politik toplumun başlangıcı, bireylerin tek bir toplum yaratmak üzere bir araya gelmeleri ve rızalarını göstermelerine bağlıdır”.18 Yine de bu, bireylerin kendilerinden ayrı tutulamayan haklarından vazgeçerek bunları devlete devretmesi anlamına gelmez; aksine devlet, bu doğal hakları korumak için var olacaktır; hukuk sistemi de “doğal hukuk”a uygun olmak zorundadır. Devletin korumakla yükümlü olduğu en önemli işlevlerinden birisi de dolayısıyla, en önde gelen haklardan olan mülkiyet hakkının korunmasıdır. Bu bakımdan Locke’un bir orta yol tuttuğunu görmek olanaklıdır. Ne var ki bu da, şöyle ya da böyle, bireysel çıkar güdüsü ile toplumsal refah arasında bir çatışmanın bulunduğunun kabulü anlamına geldiğinden19, tatmin edici bir toplum tasarımı olmaktan uzaktır. Burada da düzen ancak devlet tarafından sağlanabilir. Locke’un teorisinin zayıf yanı, bu iki farklı çıkarlar kümesinin birbiriyle uzlaştırılmasını sağlayan mekanizmanın ne olduğunu gösterememiş olmasıdır. Böyle bir mekanizma ise, Adam Smith tarafından ortaya konacaktı.

Aslında, Smith’den önce, Bernard de Mandeville (1670-1733), 1704 yılında basılan ünlü Arıların Masalı (The Fable of the Bees)20 adlı manzum eserinde, uygarlığın gelişiminin, erdemler yerine, erdemsizliklere dayandığı görüşünü ileri sürmüştü. Mandeville’e göre ekonomik büyüme ve refah, insanların çok çalışmaları ve tutumlu olmaları ile başkalarını düşünmeleri sonucunda değil, yalnızca kendi çıkarlarını gözeterek, tembellik ve rahatlık, lüks ve zevk düşkünlüğü sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böyle bir bakış açısı, aslında bir ahlak felsefesi profesörü olan Adam Smith (1723-1790) tarafından kabul edilemezdi; dolayısıyla Smith’in önündeki sorun, bir yandan insanların erdemli davranışları ile onların çıkar güdüleri arasında, öte yandan da bireysel çıkarlar ile toplumsal refah arasında nasıl bir uzlaşma yolu bulunabileceğiydi. Bu bakımdan Smith’in iki ünlü kitabı, 1759’da basılan Ahlaki Duygular Teorisi (The Theory of Moral Sentiments) ile 1776’da basılan Ulusların Zenginliği (The Wealth of Nations) bu çabanın ürünleri olarak görülebilir. İlk kitapta, toplumu bir arada tutan Newtoncu çekim kuvveti, Smith’in “sempati” adını verdiği duygu iken, ikinci kitapta bu, ünlü “görünmez el”in temelinde yer alan kişisel çıkar dürtüsüdür. Smith’e göre, “sempati”, kişinin sahip olduğu, kendisini bir başkasının yerine koyarak belirli durumlarda onun ne yapabileceğini düşünebilme kapasitesidir.21 Doğal haklar öğretisinin izleyicisi olan Smith de, insanların benzer olduklarını, herkesin aynı hak ve özelliklere sahip olduğunu düşünmektedir.22 Bu bakımdan insanlar birbirlerinin davranış biçimlerini de anlayabilme yeteneğine sahiptir. Bu ise, insanların birbirlerini anlama yoluyla, hak ve özgürlüklerinin korunabileceği bir düzenin yaratılabilmesinin ön koşullarını ortaya koyacaktır. Yine de, bu düzenin temel özellikleri, Ulusların Zenginliği kitabında ortaya konacaktı. Bu kitapta Smith, “doğal özgürlük sistemi”nin bütünüyle insanların kendi çıkarlarına dayanarak davranmaları sonucu ortaya çıkacağını ileri sürmekteydi. Bu sistem, insanların kendi çıkarlarını kollarlarken aslında toplum refahını da artıracaklarını öngören “görünmez el” kavrayışına dayanmaktadır. “Görünmez el”, insandaki, çıkar dürtüsünden kaynaklanan değiş tokuşa yönelik olan doğal eğilime, çıkar dürtüsüne dayanmaktadır. Smith’in ünlü deyişiyle, “yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının merhametine değil, onların kendi çıkarlarını gözetmelerine borçluyuz. Onların insanlığından değil, kendilerini sevmelerine sesleniriz; onların gereksinimlerinden değil, elde edecekleri avantajdan söz ederiz”.23 Böyle bir bakış açısı, toplumsal düzenin sadece insanlar arasındaki “duygudaşlığın” ötesinde, tümüyle değiş tokuşa dayanan ilişkilerin ve bunların sonucunda ortaya çıkan toplumsal işbölümünün bir sonucu olduğu anlamına gelmektedir. Aslında “sempati” ilkesi ile bireysel çıkar ilkesi arasında, kimi zaman “Adam Smith sorunu” olarak da adlandırılan24 bu gerilimin çözümü, bireysel çıkar güdüsünün “ahlak dışı” bir ilke olmasının gerekmediği dikkate alındığında ortadan kalkacaktır, çünkü “sempati” kavramı da aslında düşünsel bir sürece göndermede bulunmaktadır (bu bakımdan daha çok çağdaş “empati” kavramına yakındır). İnsanların birbirlerini anlama kapasiteleri, değiş tokuş ilişkilerine girmeleri için de bir ön koşuldur; sistemin işleyebilmesi için, iki tarafın da birbirini anlaması, karşısındakine güvenmesi gereklidir; tıpkı David Hume’un söylediği gibi:

Senin tahılın bugün olgunlaştı; benimki de yarın olgunlaşacak. Bugün benim sana yardım etmem, yarın da senin bana yardım etmen ikimiz için de karlı. Sana karşı nazik olmak değil amacım; senin de bana karşı olmadığını biliyorum. Bu yüzden senin hesabına acı çekecek değilim; senin için, bir karşılık bekleyerek emeğimi ortaya koysaydım, düşkırıklığına uğrayacağımı biliyorum, dolayısıyla senden bana minnet duymanı boşuna bekleyeceğimi de. O yüzden seni kendi emeğinle başbaşa bırakıyorum. Sen de bana karşı aynı biçimde davranıyorsun. Mevsimler değişiyor; her ikimiz de birbirimizden karşılıklı güven ve emniyet beklediğimizden ürünümüzü kaybediyoruz.25

Smith’e dönersek, görünmez elin, ya da piyasa mekanizmasının kendisinin, “düzen sorununu”, dışarıdan herhangi bir müdahale ya da otorite olmadan çözebildiği görülecektir. Bunu sağlayan da, toplum kuramında bugün de kullanılan bir hipotez olan, bireylerin “niyetli davranışlarının niyetlenilmemiş sonuçları”dır.26 Hiç kimse, toplum refahını düşünerek davranmaz; onların gözettiği kendi bireysel çıkarlarıdır. Ancak bu davranış, onların beklemediği, ya da istemediği biçimde, toplumsal refahın da gerçekleşmesini sağlayacaktır. Bu “kendiliğinden düzenin” sağlanabilmesi için gereken baskı ya da zor değil, aksine bireysel çıkar dürtüsüne dayalı değiş tokuş etkinliğidir. Bu bakımdan piyasa mekanizması, ikinci bölümde anlatıldığı üzere, toplumdaki her birisi, ancak kendisini ilgilendirdiği kadarıyla, kısıtlı miktarda bilgi sahibi olan bireylerin ellerindeki bilgiyi bir araya getirerek bu bilgiyi fiyatlara yansıtmakta ve dışarıdan herhangi bir müdahale olmadığı sürece, bu fiyatlar göreli kıtlıklara göre oluşmaktadır. Böyle bir sistemin işleyebilmesi, bireysel girişim özgürlüğü ile serbest rekabete bağlı olacaktır. Bunun dışındaki, devletten ya da başka türden bir otoriteden gelecek herhangi bir müdahaleye hem düzenin sağlanması bakımından hiç gerek yoktur; hem de böyle bir müdahale kaynak dağılımını bozmasının yanında, en yüce değer olan birey özgürlüğünü de ortadan kaldıracaktır.27 Yani sistemin işleyişi için bütünüyle bireysel çıkar dürtüsüne güvenmek hem akıllıca, hem de ahlaki bakımdan da istenir bir davranıştır. 

Dolayısıyla, “görünmez el” mekanizması, bütünüyle kendi çıkarını gözeten bireylerin davranışları sonucu, ancak onların niyetlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmakta ve tümüyle değiş tokuş ilişkilerine dayanarak toplumsal bakımdan da istikrarlı bir düzeni ortaya çıkarmaktadır; yani Hobbes’un öngördüğünün tersine, kişinin çıkarları ile toplumun çıkarları arasında bir çatışma değil, uyum sözkonusudur. Piyasa sistemi, yalnızca ekonomik olarak değil, toplumsal olarak da dışarıdan hiçbir müdahale olmadan kendi kendine ortaya çıkan ve kendisini sorunsuzca yeniden üretme kapasitesine sahip bir mekanizma öngörmektedir. Bu açıdan Liberal düşünce aslında bireysel davranışın önemsizleştirildiği, neredeyse Hegel’in ünlü “aklın hilesi” anlayışının savunulduğu bir yaklaşımı benimser görünmektedir. Bireyler kendi özgür iradelerine göre eyliyor görünseler de aslında onları bu davranışlara yönelten, farkında olmadıkları ve onları daha “yüce” bir amacı gerçekleştirmeye yönelten kimi “kozmik” güçler vardır. Bireylerin aslında belirli ereklerin yerine gelmesi için kullanılacak “kuklalardan” başka şeyler olmadığı böyle bir açıklama ise, bizi ya Hegelci türden metafizik bir erekselciliğe, ya da en azından bütün bir ekonomik ve toplumsal sistemin varoluş nedeninin kimi işlevleri yerine getirmesi olduğunu ileri süren işlevselci (functionalist) “açıklamalara” götürecektir. Bununla ilişkili bir başka sorun da, bu erekselcilik ya da işlevselciliğin, özellikle liberal anlayışlarda, sistemin her zaman en iyi sonuçları vereceği önermesini desteklemek üzere kullanılmasına, başka deyişle, Voltaire’in Candide romanında, her zaman içinde yaşadığımız dünya için “bu dünya olası dünyaların en iyisidir” diyen Dr. Pangloss’un28 bakış açısının benimsenmesine götürmesidir. 

Sonuç olarak, Liberalizmin insan ve kapitalizm tasarımının, neredeyse 17. yüzyıldan bu yana pek değişmediğini görmek mümkündür. Bugün bile, Liberalizm hala, Panglosscu bir bakış açısıyla, piyasanın üstünlüğüne, Sosyal Kontrat teorisi ile Görünmez El kavrayışına dayanmakta ve bu analitik artalanı kullanarak kapitalizm savunuculuğunu sürdürmektedir.29 Bu bakımdan, 19. yüzyılın “Klasik” liberalizmi ile bugünün “Neoliberalizmi” arasında kavramsal bakımdan hiçbir fark olmadığını söylemek doğru olacaktır. 

  • 1. Bilindiği gibi Magna Carta, İngiliz kralı ile soyluların en alt kesimi olan baronlar arasında yapılan bir anlaşma, ya da kralın (sonradan yerine getirmekten vazgeçtiği) bir taahhüt belgesidir. Bu yüzden bu belgenin, bireyin özgürlüğünü temel alan bir düşünceyi temellendirmek için kullanılmasının bir miktar zavallıca olduğunu söylemek gerekir.
  • 2. “Liberalizm” teriminin genel olarak A.B.D. ile Kıta Avrupasında farklı biçimlerde kullanıldığı söylenebilir. Terim Avrupa'da daha çok, kapitalizm yandaşlığı biçiminde anlaşılırken, Amerika’da daha çok “radikal,” düzen karşıtı bir çağrışım yapmaktadır. Terimin kapitalizm savunuculuğunu niteleyen anlamı A.B.D.’de genellikle “liberter” terimiyle karşılanmaktadır.
  • 3. Bu sorunların tartışılması ve piyasa sisteminin gerçekleşmesi mümkün olmayan bir “ütopla” olduğu görüşü için bkz. Hüseyin Özel, Piyasa Ütopyası, 2. Baskı, Ankara: BilgeSu yayınları, 2013, Bölüm 1.
  • 4. Bilindiği gibi, Liberal düşünür ve iktisatçılar, anlaşılır biçimde, Marksistlerin popülerleştirdiği “kapitalizm” terimi yerine “piyasa ekonomisi” ya da “serbest girişim ekonomisi” gibi terimleri yeğlemektedir.
  • 5. E. K. Hunt, History of Economic Thought: A Critical Perspective, 2. Baskı, New York: Harper Collins Publishers, 1992, s. 230
  • 6. Isaiah Berlin, “Two Concepts of Liberty”, Four Essays on Liberty, Oxford, New York: Oxford University Press, 1969, s. 118-72.
  • 7. Hayek, The Road to Serfdom, Chicago: The University of Chicago Press, 1944, s. 66.
  • 8. Smith, A., An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations. New York: Modern Library Edition, 1937.
  • 9. Modern toplum kuramında “niyetlenilmemiş sonuçlar” hipotezinin ele alınması için bkz. Anthony Giddens, The Constitution of Society: Outline of the Theory of Structuration, Cambridge: Polity Press, 1984 (Türkçe çevirisi, Toplumun Kuruluşu: Yapılaşma Kuramının Anahatları, çeviren. Hüseyin Özel, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınevi, 1999)
  • 10. Modern dönemin başındaki bilimsel gelişme ve devrimlerin, özellikle de Galileo ve Newton sistemlerinin temel özellikleri için bkz. Alexandre Koyré, Bilim Tarihi Yazıları I, Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2000, ve Richard S. Westfall, Modern Bilimin Oluşumu, Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları. 1994
  • 11. Scott Gordon, The History and Philosophy of Social Science, New York: Routledge, 1991, s. 213.
  • 12. Russel, Bertrand (1945), A History of Western Philosophy, New York: Simon and Schuster, 1945, s. 583.
  • 13. Newton çekim gücünün ancak eser aracılığıyla, mekanik olarak etkisini gösterdiğini düşünmekteydi. Bu yüzden, bir mektubunda şöyle yazıyor: "Çekim gücünün maddeye içsel, onun doğasından kaynaklanan ve özüne ait olduğu, bu yüzden de boşluk içinde bir cismin ötekine, arada herhangi bir aracı olmaksızın çekim gücü uygulaması ile bu çekimin onların eylem ve güçlerini birbirine ilettiği düşüncesi, bana öyle saçma geliyor ki, felsefe konularında düşünme yetisi gelişmiş herhangi bir kişinin bu görüşe kapılacağını hiç sanmıyorum" Aktaran: Arthur Koestler, The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe, Harmonsworth: Penguin 1964, s. 344.
  • 14. Aslında Leibniz’in, Newtoncu sisteme yönelik eleştirisi, tam da bu sistemin yeterince mekanik olmamasıdır. Leibniz, Newtoncular hakkında şöyle diyor: “Onların öğretisine göre, Yüce Tanrı, saati durmasın diye zaman zaman onu kurmak isteyecektir. Öyle görünüyor ki, Tanrı, bu sistemin sonsuz hareketini sağlayacak kadar öngörü sahibi değildir. Bu baylara göre Onun makinesi öylesine kusurludur ki, Tanrı inanılmaz bir biçimde onu ara sıra temizlemek, hatta bir saat yapımcısının kendi saatini onarması gibi onu onarmak, dolayısıyla da kendi işini sürekli düzelten beceriksiz bir kol işçisi gibi davranmak zorunda kalmaktadır”. Aktaran: Edwin Arthur Burtt, The Metaphysical Foundation of Modern Physical Science: A Historical and Critical Essay, London: Routledge and Kegan Paul Ltd., 1924 (tıpkıbasım, Routledge 2001), s. 289.
  • 15. Thomas Hobbes, Leviathan, C. B. Macpherson (ed.), Harmondsworth: Penguin, 1968.
  • 16. Russel, A History of Western Philosophy, a.g.e. s. 550.
  • 17. A.g.e., s. 625.
  • 18. A.g.e., s. s. 631.
  • 19. Aslında liberal düşünce içerisinde bu türden bir gerilim hep varolmuştur. Faydacılığın kurucusu Bentham bile ömrünün son yıllarında, bireysel çıkarlar ile toplum refahı arasındaki uyumun ancak devlet müdahalesi ile sağlanabileceği sonucuna varmıştı (Daniel Fusfeld, The Age of the Economist, Boston: Addison Wesley, 2002, s. 51). Aynı biçimde, Michael Hechter, (“Karl Polanyi’s Social Theory: A Critique,” Politics and Society sayı 10 no. 4, 1981, s. 399-429.) da, “görünmez el” anlayışının faydacılıkla tutarlı olmadığını belirtmektedir. Hechter da, Bentham gibi, çıkar dürtüsüne dayanan faydacılığın, ister istemez bireyler arasında çatışmaya neden olarak, “piyasaya müdahale yoluyla toplumsal huzursuzluğu önleyebilecek tek kurum olan” (y.a.g.e., s. 414) devletin müdahalesine yol açacağını söylemektedir.
  • 20. Bernard de Mandeville, The Fable of the Bees, or Private Vices, Publick Benefits, I. Primer (ed.), New York: Capricorn Books, 1962.
  • 21. Gordon, The History and ... a.g.e., s. 133-35.
  • 22. Smith’in de bir üyesi olduğu İskoç Aydınlanma geleneğinde, insan doğasının tekdüze olduğu düşünülmektedir. Bu geleneğin en önemli temsilcilerinden olan David Hume’a göre, "İnsanlar, bütün zamanlarda ve mekanlarda büyük ölçüde aynıdırlar; bu bakımdan tarih bize ne yeni ne de tuhaf bir şey söyler. Tarihin temel kullanımı ancak insan doğasının sabit ve evrensel ilkelerini ortaya çıkarmak içindir." (aktaran: Gordon, The History and ... a.g.e., s. 116).
  • 23. Adam Smith, The Wealth of Nations, a.g.e., s. 18.
  • 24. Gordon, The History and ... a.g.e., s. 133-35.
  • 25. Aktaran: Robert D. Putnam, “Social Capital and Public Affairs,” Bulletin of the American Academy of Arts and Sciences, sayı. 47, No. 8 (Mayıs 1994), s. 5-6.
  • 26. “Niyetlenilmemiş sonuçlar” hipotezinin toplum kuramındaki önemi için bkz. Giddens, The Constitution of Society, a.g.e., s. 9-14.
  • 27. Friedrich von Hayek, The Road to Serfdom, Chicago: University of Chicago Press, 1944.
  • 28. Bertrand Russel, (History of Western Philosophy, a.g.e., s. 581) Dr. Pangloss’un aslında, “önceden kurulmuş uyum” düşüncesini savunan düşünür Leibniz’in bir karikatürü olduğunu belirtmektedir.
  • 29. Liberal düşüncenin Hayek’le birlikte en önemli felsefecilerinden birisi olan Richard Nozick’in, Anarşi, Devlet ve Ütopya (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, 2015) yapıtının da hala bu tür bir felsefi artalana dayandığını görmek bu bakımdan ilginç.