Liberalizmin yükselişi ve düşüşü: Kısa 'yetmez ama evet' tarihi

"Bir dönemin sonuna geliyoruz. 12 Eylül ile başlayan 'sol liberal' macera dramatik sonuna yaklaşıyor. Arkasından, yaslandıkları AKP’nin de devrileceğini biliyoruz, hissediyoruz."

Orhan Gökdemir

Bu yazı Eylül 2022 tarihli Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) yer almaktadır.

Liberalizm ve İslamcılığın ittifakının tarihini 12 Eylül’den başlatamayız ama 12 Eylül bu açıdan da bir dönüşümün başlangıcıdır. 

Türkiye burjuvazisi ta 1940’lı yıllardan bu yana Kemalizm’in “Milliyetçi Batıcılık” politikasından kurtulmaya çalışıyordu. 1940’lı yıllar burjuvazi açısından Kemalizm’i bütünüyle gereksiz kılacak pek çok gelişmeye sahne olmuştu çünkü. 2. Dünya Savaşının ardından ABD’nin önderlik edeceği “yeni bir dünya” kuruluyordu. Türkiye sermaye sınıfı ve onun temsilcileri, DP ve CHP’siyle “yeni dünyada” yerini almak istiyordu. Din artık emperyalistlere ve yerel sermayeye lazımdı. Komünizmi ancak bu yolla durdurabileceklerine inanıyorlardı çünkü. Emperyalizm yeni bir tezgâh kurmuş, “yeşil kuşak” diye adlandırmıştı. Burjuvazi, devrimini cami avlusuna bırakıp kaçmaya hazırlanıyordu. 

Türk liberalizmi işte o yeşil kuşak tezgahında yeniden biçimlendirildi. Doğal olarak devrimci dönemin bütün kazanımlarına düşman oldu, derin antikomünizm çukuruna yuvarlandı. Kemalizm’in içi boşaltılıyor, anti Kemalist bir Atatürkçülük inşa ediliyordu. Düzen İslamcılığa doğru meylediyordu. Köy Enstitülerinin kapatılması, ezanın Türkçe okutulması uygulamasından vazgeçilmesi ve tarikatların yeniden açığa çıkışı bu dönemin politik sonuçlarıdır. 

Bu dönem aynı zamanda devletin tarikatlarla barışma dönemidir. Cumhuriyetin kesintiye uğrattığı Osmanlının tarikatlarla yönetme geleneği yeniden yürürlükteydi. Nakşiler ve Nurcular çıkarılıp atıldıkları yerlere geri dönüyordu. Necip Fazıllar, Sadi-i Nursiler CHP ile DP arasında gidip geliyor, kabul görüyor, ödüllendiriliyordu. Antikomünizm hepsini birleştirmiş, devlet ABD’nin, NATO’nun, kontrgerillanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmişti.

'Kanlı Pazar' düzenin bir organizasyonudur

NATO düzeninde Amerikan filosuna karşı yürümeye yeltenenleri doğrayan İslamcılar artık makbul bir siyasal akımdı. Siyasal tarihlerinin “Kanlı Pazar” ile başlaması rastlantı değildir. Büyük Doğucular, Gülenciler, Ak-genç, bugün AKP dediğimiz şeyi oluşturan bütün bu aktörler, NATO’ya bağlı Komünizmle Mücadele Derneklerinin içinden çıkıp geldi. Orada cumhuriyetin ordusuyla, kurucu partisiyle, polisiyle, yargısıyla yeni ittifaklar kurdular. Sağa yaslanan düzenin en sağdaki militanları oldular. Nüve halinde AKP’dir. 

Bugün iktidar ortağı olan MHP de o dönemin ürünüdür. Dönemin ruhu Turancılığa uygun değildi. İslam yükseliyordu ve Turancılıkta revizyon gerekiyordu. Türk-İslam ülküsü ülkücülüğün temeli oldu. Komünizmle mücadele islamcı ile milliyetçiyi de birbirine yakınlaştırmış, birbirine benzetmişti. 

Düzen Kemalizm yükünü atmaya hazırlanıyordu. 12 Mart bir ilk adımdı. Arada 24 Ocak kararları var. 12 Eylül 1980 sermayenin Batı kapitalizmiyle bütünleşme programının en büyük hamlesiydi. Kapitalizmle bütünleşmenin gereği olarak komünist ve ilerici hareketler ezildi. Grev hakkı yasaklandı, sendikalar etkisizleştirildi. Düzen devrimci bir düzenleyici olarak ekonomik alana el atan devletin artık çekilmesini istiyordu. Özelleştirme bunun biricik yoluydu. Turgut Özal’ın ANAP’ı nüve halinde AKP’ydi; hem islamcı hem acımasız bir piyasacıydı. Özal zengini seviyordu, fakire ise, haliyle, sadece yardım ve sadaka kalıyordu. Özal’ın “serbest piyasa devrimi”nin özetiydi bu. 

Özal hem liberaldi hem Müslümandı. 1940’lı yıllarda devlet kapısı açılan Nakşibendi tarikatının yetiştirmesiydi. Piyasa toplumuna geçiş, tarikatlar düzleminde de mutlak bir liberalleşmeyi gerektirmişti. Özal dönemin ruhu, esas oğlanıydı.

Tabii aynı zamanda ordu eliyle bir toplumu dinselleştirme programı yürürlükteydi. Bunun için elde tarikatlardan daha elverişli bir malzeme yoktu.

Liberal sol sahne alıyor

Dinselleşme, dünya pazarıyla bütünleşme, Cuntanın solu ve işçi sınıfını ezip geçmesi, tabii Sovyetler Birliği’nin çözülüşü bazı kapıları kapatmış ancak yeni kapılar açmıştı. Sınıftan kaçış, mücadelenin genel bir demokrasi mücadelesi olarak tanımlanması, bu mücadelede Avrupa’nın arkalanması, Batı fonlarıyla beslenen sivil toplumculuk 12 Eylül sonrası ortaya çıkan liberalizminin alameti farikalarıydı. Sol olmayan bir sol türemişti. Buna tuhaf bir biçimde “liberal sol” adı verilmişti. Yan yana gelmeyecek iki şey bir siyasal hattın kimliği olmuştu. Soldaki “Birikim-Murat Belge” etkisi, böylece, bir etki olmaktan çıkıyor, ete kemiğe bürünüyordu. 

Sol’un “içinde” peydahlanan bu yeni liberalizm, yaşanan bütün olumsuzlukların baş sorumlusu olarak cumhuriyetin kuruluş paradigmasını işaret ediyordu. Cumhuriyet başından beri Müslümanları, solcuları ve Kürtleri dışlamış, ezmişti. “Özgürlük ve demokrasi” mücadelesi bu çevrelerin hassasiyetleri esas alınarak yürütülmeliydi. Böylece tarihin sınıf temelli okumasının karşısına özgürlük temelli bir yeni okuma dikiliyordu.

Sol liberalizmi Özal sempatizanlığından Tayyip Erdoğan hayranlığına iten dinamikler işte bunlardı. Sonuçta hepsi birden “demokrasi mücadelesi”nin farklı parçalarıydı. 12 Eylül karanlığından, Kemalist vesayetten, ceberut devletten kurtulmanın yolunu arıyorlardı hep birlikte. Kemalizm’in ezdiği islamcılar iktidara yaklaştıkça daha bir umutlanıyorlardı. 

Sonunda islamcı iktidarı kurulunca liberal sol Birikim Dergisi “Muhafazakâr Demokrat İnkılâp” kapağıyla selamladı bu dönüşümü. Başlığın devamına “1946-83 ve Sonunda 3 Kasım” diye tarih düşülmüştü. 1946’da başlayan liberal mücadele islamcılar eliyle zafere ulaşmıştı, dedikleri buydu. Kapak yazısını yazarı Ömer Laçiner, büyük bir coşkuyla dolduruyordu altını. 

Kaldı ki solda da “özgürlükçü” partiler vardı artık. Bu sınıftan kaçmış özgürlükçülük HDP’den başlayarak AKP’de ve CHP’de karşılıklar buluyordu. Ufuk Uras türü solculuk için artık sahne hazırdı. 

Nurcular sivil toplum örgütü

Aslında sadece AKP’ye destek vermediler, Fethullahçıların da önemli bir destekçisi ve meşruiyet sağlama aracı oldular. Abant Toplantılarını hatırlayın. Çoğunun yolu Zaman gazetesi sıralarından geçti. Birçoğu cemaat TV’lerinin değişmez yüzüydü. Bu yüzden hapis yatanlar var aralarında. Kemal Burkay, Süleyman Soylu, Nazlı Ilıcak, İbrahim Kalın, Ufuk Uras, Etyen Mahçupyan, Hayrettin Karaman, Murat Belge, Ömer Laçiner, Altan Tan, Binnaz Toprak, Reha Çamuroğlu, Ali Babacan, Yusuf Kaplan, TÜSİAD ile MÜSİAD temsilcileri bu toplantılarda yan yana oturmuşlar, 1945’te oluşan ittifakın bileşenleri olarak boy göstermişlerdi. Cemaat artık liberalizmin çatı örgütüydü. 

AKP rejimi burjuvazinin 1940’lı yıllarda başlayan politik evriminin güncel bir çıktısıdır. 24 Ocak kararları ve Özalcı uygulamaların mantıki sonucudur AKP. İslam soslu liberalizmin, Milliyetçi Dinci yeni rejimin pratik karşılığıdır. Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a geçerken Türk İslam Sentezi dönüşmüş İslam Türk Sentezi olmuştur. 

Yani AKP de liberaller de 12 Eylül ile oluşan ekonomik-siyasal iklimin birer türevidir. 12 Eylül ruhundan kurtuluşun değil o ruhun ete kemiğe bürünüşünün sorumlularıdır. 

Haliyle liberallerin AKP’ye ve tabii 12 Eylül’e yönelttiği bütün eleştiriler dönemseldir, sahtedir. AKP’nin temelinde liberal bir harç vardır. Sol liberalizmin laik cumhuriyete yaklaşımı ile AKP’nin yaklaşımı benzerdir. AKP’nin eleştirisi liberal eleştirinin içinden çıkar, onun öz evladıdır. Püsküllü Kadir kemale ermemiş Murat Belgedir. Ama öte yandan Murat Belge eleştirisinin varacağı yer de Püsküllü Kadir tarihçiliğidir. 

Son durak: Yetmez ama evet

Liberal İslamcı işbirliğinin doruğu 2010 12 Eylül’ünde devleti bütünüyle AKP’ye devreden referandumdur. Referandumun 12 Eylül’e denk getirilmesi bu işbirliğinin bir sembolüydü. Liberaller 12 Eylül defterinin sonunda kapanacağına inanıyordu. AKP 12 Eylül tarihini seçerek liberallerin bu inancını desteklediğini göstermişti. “Yetmez ama Evet” kepazeliği işte böyle ortaya çıktı. Gerçekte yargı o referandumla AKP’ye bağlanıyordu. Bunun anlamı eski rejimin bütünüyle tasfiyesiydi. Abdurrahman Dilipak, Ali Nesin, Aydın Engin, Aydın Menderes, Ayşe Hür, Baskın Oran, Cemil İpekçi, Cengiz Çandar, Emre Belözoğlu, Eser Keskin, Fethullah Gülen, Hasan Cemal, Hilal Kaplan, Hüseyin Gülerce, Oral Çalışlar, Oya Baydar, Mustafa Destici, Yasin Topçu, Nabi Yağcı, Sırrı Sakık, Yasemin Çongar yeniden ayrı potada erimeye razı olmuştu. Taraf gazetesinden, Cemaatten, barış masasından, akil adamlardan, HDP’den, AKP’den beslenen son liberal atılımdı bu. İslamcı, sağcı, solcu, liberal, kimlikçi bir hattı bu. Cemaatte vücut bulmuyorsa AKP çatı rolünü üstlenmeye hazırdı.  

2002’de kurulan bu iğreti ortaklığı 2013 Haziran Ayaklanması dağıttı. Gerici-liberal iktidar bloğu, laik cumhuriyetçi halkın ayağa kalkmasıyla bölündü, parçalandı, dağıldı. Sol liberallerin bocalama devriydi bu. O karışıklıkta Fethullah’ın yanında saf tuttular. AKP de Ergenekon-Balyoz davalarıyla tasfiye etmek istediği ulusalcıları saldı, liberallerin boşalttığı mevzileri onlarla takviye etti. Şimdi bu güçler dağılımıyla bir ölüm kalım savaşı veriyor.

'Muhafazakȃr İnkılȃp' dedikleri gerçekte bir karşıdevrim

Birikim dergisinin “Muhafazakâr Demokrat İnkılȃp” sayısında dönemin ruhunu temsil eden bir yazı daha var. Ahmet İnsel imzalı yazının başlığı “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafazakârlık”… Yazı, “3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, beklenmedik biçimde, 12 Eylül rejiminden çıkış kapısını araladı” diye başlıyor. Yazının amacı, “Bu çıkışın ve dolayısıyla kapsamlı siyasal dönüşüm olanağının ne olduğunu değerlendirmek…” Takip ediyoruz: 1980’den bu yana, otoriter devlet merkezli anlayışta açılan yegâne ciddi gedik, Turgut Özal’ın ustalıkla öncülüğünü yaptığı, iktisadî plânda liberalleşme girişimiydi. Turgut Özal’ın pragmatizminde kendine en uygun ifade zeminini bulan bu muhafazakâr-liberal sentez, salt iktisadî dinamizmle toplumsal ve siyasal istikrarın/durağanlığın pekiştirilebileceğini umut ediyordu. Sonuçta, yegâne hareket alanı olan iktisat, siyaseti kendi içine çekip, onu araçsallaştırdı… Ecevit, Demirel, Baykal ve elbette Derviş, ancak “halkçı” olabilirlerdi. Erdoğan ise “halk”tı. Türkiye Cumhuriyet tarihinde sivrilmiş siyasal önderler arasında en fazla, otantik biçimde “halk” olan kişiydi. Bu açıdan bakınca, AKP’nin “önlenemez iktidar yürüyüşü”, Özal’la başlayan sürecin sahicileşmesi ve mütevazılaşması olarak ele alınabilirdi. 

Dilini ödünç aldım, özür diliyorum. Bir dönemin sonuna geliyoruz. 12 Eylül ile başlayan “sol liberal” macera dramatik sonuna yaklaşıyor. Arkasından, yaslandıkları AKP’nin de devrileceğini biliyoruz, hissediyoruz. Mahşer günü yaklaşıyor!