Bir edebiyat kuramcısı olarak Nâzım ve 'Bizim büyük çıkışsızlığımız'

Ancak sanatçının önce anlatacak bir şeyleri olmalıdır. Anlatacaklarını ise deyim yerindeyse saydam kilden bir kalıba dökmelidir ki öz layığını bulsun.

Selçuk Işık

Tepeden tırnağa esrikliğe batmışlık.. Kasvet.. Ümitsizlik.. Umutsuzluk.. Çıkışsızlık.. Olanca süs.. Dışı seni içi beni yakan türden bir şairânelik.. Buna eşlik eden en “ustacasından” demagoji .. Keşmekeş günler.. Sağaltılan acılar.. Üç metro durağı boyu sürüp giden betimlemeler.. Sol vurayım derken ajitasyonculuğa, hatta slogancılığa rahmet okutan metinler.. Hayata “Bulantı” ile bakan karakterler..

Bu kederli girişe bakmayın. Dertliyiz ama amacımız ahlanıp vahlanmak değil. Bu inceleme yazısının oluşturulmasındaki niyet de bağcıyı dövmek değil, en olmuşundan üzüm yiyebilmenin yollarını tartışmaya açmayı denemek. 

Günümüz edebiyatının sorunlarına yanıt üretebilir miyiz? Hani şu türlü platformlarda “bizim büyük çıkışsızlığımız” diye içli içli tartışılan, hiçbirimizin pek de yabancı olmadığı sorunlar, sorular. 

Bugünün öykücülüğü, romancılığı, edebiyatçılığı nasıl olmalı? Nasıl yazmalı? Sosyalist gerçekçilik bize çorak bir arazi mi sunuyor? Yoksa o verimli araziyi nasıl sulayacağımızı mı henüz öğrenemedik? Nedir bizim büyük çıkışsızlığımız? 

Bu soruların masada olması güzel. Ancak kuru gevezeliğin ötesine geçmenin zamanı gelmedi mi diye sormaktan alıkoyamıyor insan kendini. Yoksa masadaki cenazeyi kimin kaldıracağını tartışırken bulabiliriz pekâlâ kendimizi. 

Tam da bu noktada masamıza pek de uzak olmayan bir yerlerden, memleketimizden bir yardım eli uzanıyor: Bir edebiyat, sanat kuramcısı olarak Nâzım. Büyük ustamız, yoldaşımız Nâzım. 

Her ne kadar yeterince irdelenmese de yadsıyamayacağımız bir gerçek var ki, o da Nâzım Hikmet’in yalnız sanat yapıtlarıyla değil Türkiye’de bilimsel maddeci estetik ve sanat kuramının başlatıcısı olmasıyla da sanat tarihimizde önemli bir yer tuttuğu. Dolayısıyla gerek Nâzım’ın yazım, yaratım serüveni gerekse de içerik-biçim diyalektiği, estetik, üslûp, yaratıcı yöntem, toplumcu gerçekçilik konularındaki tezleri, görüşleri bu soruların cevabını verirken bize pekâlâ rehberlik edebilir. Amacımız bir şablon çıkarmak, bir reçete sunmak değil. Nâzım’ın kuramsal olarak temellendirdiği sanat anlayışının izlerini sürerek günümüz edebiyatının sorunları açısından dersler çıkarabilmek.  

Aziz Çalışlar’ın 1987 yılında, Nâzım Hikmet’in 85. doğum yıldönümüne denk düşen günlerde hazırladığı ve Nâzım’ın sanat ve edebiyat üzerine görüşlerinin, tezlerinin titizlikle, sistematik bir düzende derlendiği, “NÂZIM HİKMET: SANAT VE EDEBİYAT ÜSTÜNE” kitabı bu bağlamda bizlere önemli veriler sunuyor, çıkış yolumuzun aydınlanmasına yardımcı oluyor. 

***

Biçim ne yana içerik ne yana düşmeli?

Toplumcu gerçekçilik söz konusu olduğunda burjuva edebiyat çevreleri bu akımın genelde bir biçim, estetik sorununa yol açtığı tezini öne sürerler. Nâzım ise bu tartışmaya toplumcu gerçekçiliğin her şeyden önce bir dünya görüşü olduğunu vurgulayarak dahil olmuştur. Onun iddiası bu savı tamamen ters yüz eder. Aksine dünya görüşünün bir sanat eseri içerisinde dile gelebildiği ölçüde zengin ve çok çeşitli biçimlerin önünü açacağını savunur Nâzım. Bu anlamıyla biçimin içerikten görece bağımsız olması gerektiğini, yazarın bu konuda elinin serbest olmasının yaratıcılığın kapılarını araladığını, sanatın yapısında asıl belirleyici öğenin içerik olduğunu ileri sürerek bugünün ağdalı dille yazılmış, ne anlattığı muallak metinlerine adeta nazire yapar. 

“İçerik toplumcuysa eğer, varsın milyonlarca biçim olsun, böylelikle insanca, en insanca, en insancıl ve karmaşık idealler çok daha iyi verilebilir.”

Nâzım biçimi arka plana atmaz. Anlatacaklarını ifade edecek biçimi bulma serüvenini Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda uzun uzadıya anlatır. Onun için önemli olan okurun “bizde” bütün duygularının ifadesini bulabileceği bir biçim yaratmaktır. Bir Mayıs bayramına dair şiir okumak istediği zaman da bizi okumalı, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de “bizim” kitaplarımızı aramalıdır.

Nâzım bütün edebiyat şekillerinin birbirine bağlı olduğunu, hepsinin özünde anlatmak, hikaye anlatmak sanatı olduğunu savunur. Şiir de hikaye eder, masal da, roman da, piyes de, senaryo da. Ona göre bu çeşitleri birbirinden ayıran şey özünde hangi vasıtalarla, hangi teknikle hikaye edişlerindedir.

“Benim Manzaralar'ı ben nesirle de yazabilirdim. Fakat o zaman teknikçe aynı muhtevayı yirmi ciltte vermek gerekirdi. Şiirin imkanları ise onu, aynı muhtevayı dört ciltte yazılmasını mümkün kılacaktır. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ben şahsen güzel sanatlar bakımından edebiyatta, şiir yalnız şu işle, nesir ise şu işle uğraşır diye bir fark görmem. Edebiyatta şiir de, nesir de dış ve iç alemlerimizi kendilerine has teknik imkanla da veren iki vasıtadır.”

Nâzım açısından biçim bir silah, bir araçtır. Ancak asla “tapılası bir fetiş” değildir. Kafiyeyi gerekliyse kullanır, gerekmediğindeyse kullanmaz. Biçim konusunda sekterliğe düşenleri ağır bir dille eleştirir.
“Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de, kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler kadar dar kafalıdır. Şiir öyle de yazılır, böyle de.”

Ancak sanatçının önce anlatacak bir şeyleri olmalıdır. Anlatacaklarını ise deyim yerindeyse saydam kilden bir kalıba dökmelidir ki öz layığını bulsun. 

“Ne tuhaf. Şiirde her şeyden çok bu dizeler hoşuna gitti. Oysa şiirin en güçsüz yanlarıdır onlar. Herkes yapabilir böyle şeyleri. İşte bütün ömrümce korktuğum şey budur. Şiirin, bu gibi göz alıcı şeylere başvurmaksızın etkili olması gerekir. Güzel bir kadın bacağında ince saydam bir naylon çoraba benzetilebilir bu. Çorap bacağın güzelliğini belirlemeli, fakat kendisi görünmemelidir. Az önce Samed, çorabı gördü; demek yanıldım bir yerlerde.”

Çorap görünmemelidir.

***

Bir bataklık: 'Kötümserlik'

Hayatını ve sanatını geniş halk yığınlarının hayatına ve yaratıcılığına bağlamış biri olarak “Realist, diyalektik materyalist, iyimser bir insanım” diye övünür Nâzım. Güç olanın, zor olanın iyimserlik olduğunu savunur. Eh çok ümitli, çok iyimser bir sanat aynı zamanda kederli de olabilir. Onun önerdiği şey katiyen bir çeşit polyannacılık değildir. 

O günlerde Fransa’da daha yeni yeni türeyen, bugünse kanımca sanatımızın baş belası haline gelmiş varoluşçu akımı hedef tahtasına oturtuverir. 

“Sözde realist olduklarını iddia ediyorlar, hakikatte ise realitenin ve insanların sadece en kötü taraflarını ele alıyorlar, ümitsizlik bataklığı içinde yuvarlanıyorlar.” 

Nâzım tam da bu noktada ısrarla yine biçim-içerik diyalektiğine vurgu yapar. Meselenin “şekilden çok muhtevayla ilgili” olduğunu bir kez daha hatırlatır, “yeniciliği” mahkum eder:

“Yeniciler ümidi kırılmış, idealini kaybetmiş, dejenere olmuş veya olmağa doğru giden bir sınıfın bezginliğini, dünyadan kaçmak özleyişini -ki gerçekler karşısında yenilmekten gelir-, bilhassa ölümü bol bol terennüm ediyorlar... Bir acayip egzotizme kaptırmışlar kendilerini, insanlığın büyük davalarıyla ilgilenmiyorlar, yahut cesaretleri kafi gelmiyor!”

Kötümserlik, kof bir ümitsizlik bugün de sinsi bir virüs gibi günümüz edebiyatını içten içe kemirip duruyor. Halbuki gerçek aydın devrimci bir iyimserlikle en umutsuz koşullardan umudu süzen kişi olmalıdır. Geleceği sezinleyen, müjdeleyen, siyasi kavgaya girişen yazarlar ancak ölümsüzleşebilir. Oğlu Memet Fuat’a cezaevinden yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyor Nâzım:

“Unutma ki oğlum, Shakespeare, Dante, Gorki, Cervantes, Fikret, Hugo vesaire gibi bütün büyük abideler aynı zamanda büyük müjdecilerdir. Onların her biri bir devri müjdelemişlerdir. Goethe'yi Goethe yapan Faust bile eninde sonunda insanlara geleceği müjdeleyen bir eserdir. Bütün Rönesans ve ondan önceki bütün kadim Yunan böyledir. Don Kişot küçük derebeyliğin yıkılışını müjdeleyen eserdir, Dante'nin İlahi Komedi'si temelinden itibaren bir siyasi kavga eseridir.”

***

Tezsiz, yansız ama öfkeli?

“Davası, meselesi olmayan kitap kitap değildir. Kavgasız kitap hareketsiz kitaptır. Hareketsiz kitap ise ölüdür.” diyor Nâzım. Ona göre insanlığın mutluluk ve barış mücadelesinin dışında kalan aydın ya egemen sınıfın elinde basit bir araç ya da “havayı zehirlemekten başka bir şeye yaramayan kokuşmuş verimsiz bir ottan” ibarettir. Memleket sevgisi, halk sevgisi olmayan, geçmişin mirasını yüklenip ileri taşımak gibi bir motivasyonu olmayan bir yazarın bir tür ölü doğmuş aydın hükmünde olduğunu ima ediyor Nâzım. 

Marx ve Engels, büyük sanatçıların çok yönlü oluşunu onların kendi devirlerinin toplumsal savaşımı içinde önlerde saf tutup savaşmalarına bağlar. Nâzım Hikmet'in benzersiz yeri ise tam da eskiyi değiştirip yeniyi kurma mücadelesinde toplumun önünde saf tutmasından, sanatını bunun üzerine inşa etmesinden kaynaklanıyor.

Nâzım Hikmet için çağın sorunları karşısında büsbütün kayıtsız kalan tek bir büyük yazar dahi yoktur. Öyleyse sanatçı sanılanın aksine “bilinçli olarak taraflı” olmalıdır. Sanatçının aynı zamanda bir tezi olmalıdır. Bu tezse bizim çağımızda “toplumculuk”tan başka bir şey olamaz. Bu açıdan bakıldığında tezsiz, yansız, toplumdan kopuk üretimler evrensel olamaz, varlığını sürdüremez, zaman içerisinde silinip gitmeye mahkumdurlar.

***

Biricik yöntem: Toplumcu gerçekçilik

Nâzım sanatta yöntem sorununa özel olarak eğilir. Dünyayı sanatta özümleyebilmenin biricik yönteminin toplumcu gerçekçilik olduğunu ileri sürer. 

Gerçek sanat, yaşamı tüm karmaşıklığı içinde veren sanatsa eğer bunu sağlayacak biricik yöntem de gerçekçiliktir. Kendi realizmimize ulaşmak ise ancak diyalektik materyalizmin güzel sanatlar sahasına hakkıyla uygulanmasıyla mümkün olabilir.

Okuyucu binlerce mısrayı bitirdikten sonra “vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden” geçmiş olsun ister Nâzım. Belli bir zaman dilimindeki toplumsal durumu donmuş halde değil, tarihsel akışı ve seyriyle sunmak gerektir. Nereden gelindi? Nerede olundu? Nereye gidiliyor? sorularının cevabını şablonculuğa düşmeden vermenin yollarını aramıştır hep.

Karakterlerini kurarken de yine diyalektik yöntemi yardıma çağırarak “sınıfsız toplum düzeninin kurulacağı zamana kadar yaşayacak olan insan kişilikleri göstermek istiyorum,” der. Onun için tip artık arkaikleşmiş, geride kalmıştır. Ayakları yere basan, hareket ve eylem halinde karakterler yaratmak lazımdır. 

***

Yazının başında kederlendiğimiz cendereden çıkmak elbette mümkün. Edebiyat bir silahsa eğer, onu daha iyi kuşanmanın yollarını tartışmak zorundayız. “Rönesans devler istiyor,” diyor Marx ve Engels. Soluğunu her geçen gün daha yakından hissettiğimiz devrimler çağı da elbet kendi devlerini isteyecek, yaratacaktır.