Yaşlı bir cahilin fuar anıları

“İstanbul kitap fuarı neden İstanbul’da değil?” diye soruyordu bir kitapsever. Çok haklı bir soru. Birkaç İstanbul var artık. O İstanbullardan bir kısmının bir merkezi bile yok. Mesela Küçükçekmece. Neresi ola ki merkezi? Eskiden Küçükçekmece gölü kıyısında küçük bir köyden ibaretti. Göl kenarındaki yazlıklarıyla güzel bir yer bile sayılabilirdi. Tren geçerdi içerisinden. Şimdi tren geçmiyor, söküp attılar. O güzelim durakları da. Göl kenarında gölle köyün bağını silip atan yüksek biçimsiz binalar yükseliyor AKP usulü. Eski köy merkezine ne girmek mümkün ne çıkmak. Meydandaki turşucuları yıktılar, “sarı kanarya” kuru fasulyeciler trenle beraber çekip gitti. Mezbaha sökülüp taşındı, o meşhur kasaplardan da, şahane dönercilerden de kurtarıldı meydan. Tam ortasında bir “fışkiye” var şimdi, etraf beton. Kimliksiz kişiliksiz bir Ankara kasabasına döndü güzelim köy.

Fuara “metrobüs”den başka bir araçla ulaşmak mümkün değil. O da sürprizli bir araç. Binmek şans işi; bindin diyelim, inmek de şansa bağlı. Çekmece kıyısında duruyor otobüs. Yarım saat bekliyoruz. Yolun birinde kazı çalışması var. Kazısız olmaz. Bir tür ibadete döndü inşaat uzun zamandır çünkü. Ekonomimiz, her şeyimiz inşaata, kazıya, betona, sarı Tayyiban kamyonlarına bağlı.

Küçükçekmece Köyünün az yukarısındaki eski adı “Safraköy” olan ama neden sonra “safra”sı atılıp “sefa”ya dönüştürülen duraktan binip fuara uzun bir yolculuktan sonra ulaşıyoruz. Küçükçekmece neyse fuar da o. Kitaplar olmasa ucunda, şehirdeki aynı bildik kakofoni burada da sürüyor. Peki, burası İstanbul mu gerçekten?

***

Ulaşımda çektiğimiz onca sıkıntıya rağmen az zaman var fuara ayıracak. Kitap imzalayacağız, ardından Silivri’nin yolunu tutacağız. Silivrili dostlarla, yoldaşlarla “başka türlü bir cumhuriyetin imkânları” üzerine sohbetimiz var. Ama önce kısa bir fuar turu. Şanslıyım, Tekin de, Yazılama da, Say da aynı salonda. Zaten anca bir salonu dolaşmaya vaktim var. Hızlı bir tur atıyorum. Kalabalık, en çok da abur cubur basan yayınevleri önünde.

Bazı kitapları gözüme kestiriyorum o kalabalıkta. Yazılama’da pek çok yeni kitap var. Şimdilik Jörg Kronauer’in “Yeni Alman Dünya Politikası-Her Zaman Tetikte”sini ve Nevzat Evrim Önal’ın “Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar”ını not edeyim. Say’da benim de katkım olan ve Bruno’nun cumhuriyetçi çetesini konu edinen “Yasaklanmış Evren” yetişmemiş. Ama müthiş bir kitap var tezgâhında; “Aklın İmparatorluğu-Zerdüşt’ten Günümüze İran Tarihi”. Yazarı Michael Axworthy. Berfin Yayınlarında bir hazine buluyorum. Arif Tekin’in “Kuran’ın Tarihçesi ve Yazım Serüveni”ni fuardan önce okudum. Etkileyici bir çalışma. Arif Tekin eski bir imam. Kendi kendini yetiştirmiş. Sonra Turan Dursun’un izinden yürümeye karar vermiş. Pek çok ürün vermiş az zamanda. “Bilinmeyen Yönleriyle Muhammed’in Ölümü”, “İslam’da Cinsellik”, “Muhammed’in Hocaları” fuarın getirisi. “Hocalar”dan başladım, pek çok şey öğrendim.

Tekin’den Doğan Avcıoğlu’nun “Rejim ve Devrim”ini edindim. Kitabı hazırlayan, yakın zamanda kaybettiğimiz Doğan Yurdakul. Kitap “Yön” ve “Devrim” dergilerindeki Avcıoğlu yazılarından yapılan bir seçki. Kazım Eroğlu ile Tekin’de ayaküstü tanışıyoruz. “Kulluğa Yoktur Rızamız” onun yeni verimi. Diyor ki Eroğlu, “Alevilerin feodal Selçuklu ve Osmanlı yönetimlerine karşı yürüttükleri sınıf mücadelesi görülmeden Alevilik kavranılamaz.” Yani salt din meselesi değil mesele. Hem ne zaman din meselesi dünyevi meselelerden ayrılabilmiş ki? Bugünkü gericiliğin arkasında da azgın bir paylaşım savaşı yok mu?

***

“Liva-i Resmo”, Resmo Livasının tahrir defterleri üzerine bir çalışma. Yazarları Evangelia Balta ve Mustafa Oğuz. Resmo Girit’in büyük kentlerinden biri. Eskiden adadaki dört yönetsel merkezden biriymiş aynı zamanda. Evangelia Balta Karamanlılar üzerine çok değerli çalışmaların yazarı. Kendisi de bir Karamanlı, Kavalalı. Eserleri arasında Karamanlıca yazın üzerine hacimli bir kitap var; “Gerçi Rum isek de, Rumca Bilmez Türkçe Söyleriz.” Karamanlılar Rumca bilmemelerine ve Türkçe konuşmalarına rağmen Ortodoks Hıristiyan oldukları için mübadelede karşı kıyıya sürülmüş bir halk.

“Mehmet Talat Paşa”, Prof. Dr. Hasan Babacan’ın çalışması. Tevfik Çavdar’ın “Talat Paşa”sı ile birlikte bir devrimcinin portresini anlamak için değerli. Jakob Philipp Fallmerayer’in “Trabzon İmparatorluğu Tarihi”nin ilgimi çekmesinin sebebi serde Karadenizlilik olması. Nevzuhur gericiliğin üzerine bir kâbus gibi çökmesine rağmen hala sırlar barındıran bir kent, bir bölge burası. “Rusya Tarihi”, Akdes Nimet Kurat’ın bir çalışması. Kurat, Ekim Devrimi kaçkını “Türkçü” bir Tatar vatandaşı. Devrimden sonra yolunu bulup kaçmış, Almanya’da tarih eğitimi almış, Türkiye’ye yerleşmiş. Temel ilgi alanı Rusya tarihi. “Rusya Tarihi” adlı çalışması başlangıçtan 1917’ye kadar olan Rusya tarihini inceliyor.

Madem yazı ile ilgili sohbetimiz, iki ilginç çalışmayı zikrederek bitireyim. İlki Prof. Dr. Nuray Yıldız’ın “Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu” adını taşıyor. Taştan deriye, kemikten papirüse pek çok yazı malzemesi inceleniyor kitapta. “Eskiçağ”dan kasıt ise daha çok Yunan-Roma eskiçağı. “Türk Yazı Devrimi”, Bilal N. Şimşir’in çalışması. Anlaşılacağı gibi o üzerine çok konuşulan fakat az şey bilinen “Latin elifbasına geçiş”in tarihi üzerine bir çalışma. Yarım kalan devrimimizin devrimci işlerinden birinden söz ediyor. Arap elifbası aşkının yeniden nüksettiği bu günlerde mutlaka okunmalı.

***

Elimde ağır bir poşet fuar alanının çıkış kapısındayım. Övünç’le Silivri’nin yolunu tutuyoruz. Silivri, fuar alanına yarım saat mesafede. Normal şartlarda tabii. İstanbul’da normal şart ne gezer? Silivri’de belediyenin restore ettiği bir taş binada söyleşimiz. Oldukça sıcak, sevimli bir mekân burası. Yeni bir cumhuriyeti konuşmak için az ama yeni bir cumhuriyet kurmak için yeter sayıda yoldaşımız var salonda. Tuhaf, söyleşi bir yerinde Karadeniz’e doğru meylediyor. Sonra gelenler arasında epey bir Karadenizli olduğunu anlıyorum. Ülkemizde çok şükür hala hemşeriliğin bir hatırı var!

Silivri merkezini yitirmemiş bir kasaba. Bu da onu sevimli kılıyor. Denize açılan her yer eninde sonunda sevimlidir. Dedim ya serde Karadenizlilik var. Dönüşte yeni bir cumhuriyet kurduğumuzda yıkmamız gereken ne kadar çok şey olduğunu konuşuyoruz. Devrime rağmen kirli sarı Tayyiban kamyonlarına muhtaç olacağımızı fark edip kederleniyoruz.

***

“E hep kitap mı anlatacaksın” dediğinizi duyar gibiyim. Evet. Son biri iki yazıdan sonra öfke titreşimleri dolaştı havada. Arkadaşlardan biri pek cahil olduğumu ima etti. Diğeri –Dionysos affetsin- yazılarımı sarhoş yazdığımı, o nedenle de ne dediğimin farkında olmadığımı söyledi. Hayır, o bilgili ve ayık arkadaşları tekzip ediyor değilim. Cahilim, öğrenmeye çalışıyorum. İçkiyi severim ama çok içtiğim söylenemez. Doğru; içkideki vergi oranı alkol oranını geçeli beri bunda bir gericilik sezdiğimden, bir direniş mevziisi olarak görüyorum içkiyi ve içmeyi. Çok şükür, Ermenilerimizi ve Rumlarımızı azaltan mübadeleden sonra kaybolan içki kültürünün yeniden yeşermesi için elinden geleni yapıyor AKP. Halkımız artık sadece içici değil, üretici de. Sevinçliyiz hepimiz, neşe doluyoruz bunu görünce.

Gördüğünüz gibi aldım kitaplarımı, dersime çalışıyorum. Affettireceğim kendimi eleştirmenlerime. Dilerlerse Alper Taş gibi okurken “selfie” çekip gönderebilirim de. Böyle bir iklimde her söz karşılık bulur, her şey mümkündür!

İçmeyeceğiz madem, yürüyüşe çıkalım bari. Kemal Beyi de çağırırız belki, hep birlikte adalet ararız!