IMF ve emperyalizm ile başlayan sözün yolculuğu 'IMF lazımsa onu da biz yaparız'a vardı. Ve nihayet artık 'yerli ve milli bir IMF' vücuda gelmiş oldu.

Yerli ve milli IMF

Yerli ve milli IMF’nin kuruluşu gerçekleşti. 

Erdoğan’ın, vergi kararlarını onaylar onaylamaz soluğu (Mehmet Şimşek’i de yanına katıp) Körfez sermayesinde almasıyla resmiyete kavuşmuş oluyor.

Bildiğiniz IMF yine bildiğiniz gibi dünyanın “kredi” trafiğini yöneten, krediyi politikaya dönüştüren emperyal kurullardan biri. Yerlisi de aynı işi yapacak.

“IMF’ye teslim olmamak” Erdoğan’ın en sevdiği sözlerden biriydi. IMF demek, Batılı büyük bankerler demekti, emperyalizm demekti.

Herkesin her şeyi söyleyebildiği ve sözün anlamının kalmadığı bir dünyada Erdoğan’ın neyi eksikti? 

IMF başkanına çıkışmak serbestti: Türkiye’yi IMF komiserleri değil, Erdoğan yönetirdi. Emperyalistlere çıkışılacaksa, onu da Erdoğan yapacaktı…

Bu dünyada sözün anlamı kalmadı ama Türkiye’de bu sözün arkasına dizilenler yine de mevcuttu.

Peki tam olarak neyin arkasına dizilmiş oluyorlardı?

“IMF” bir semboldü ve önemliydi. Ama Türkiye’nin illa IMF ile masaya oturması mı gerekiyordu?

IMF ve emperyalizm ile başlayan sözün yolculuğu “IMF lazımsa onu da biz yaparız”a vardı. Ve nihayet artık “yerli ve milli bir IMF” vücuda gelmiş oldu.

Bu durumu bazen Düyunu Umumiye ile karşılaştırıyoruz. Ancak bugünün Türkiye’sinin emperyalistlerin elinde sömürgeye dönüşmüş, çökmekte olan bir Osmanlı’dan farklı olduğunu anlamak zorundayız.

Farklılık Türkiye ekonomisinin dinamikleriyle, Türkiye sermayesinin gereksinimleri ve “Büyük Türkiye” vizyonunda görülen emperyal hevesleriyle ilgili. Ve elbette dünya emperyalist sistemiyle…

Yani “yerli ve milli IMF” derken amaç dalga geçmek değil. Bu deyiş Türkiye’yi ve onun dünyadaki yerini isabetle anlatıyor.

Merkez Bankası’nın kasasını doldurabilmek için IMF’yi, Rusya’yı ve başka yerleri gezen tek lider Erdoğan değildi. Menderes’ten Ecevit’e kadar bütün liderler para bulmak için o koltuklara oturmuşlardı.

Halbuki Türkiye ekonomisi ihracat stratejisi üzerinden şekillenirken dünyada da bazı şeyler değişmişti. 2008 krizinin sonrasındaki dünya aynı dünya değildi. Türkiye de aynı Türkiye değildi.

Yeni Türkiye, ekonomik gücünün ve kırılganlıklarının dünya siyaset pazarında bozdurulduğu bir dünyada şekillendi. Erdoğan’ın emperyalizmi ağzına almaya hakkı yoktu. Ama Erdoğan Türkiye kapitalizminin neye ihtiyaç duyduğunu iyi bilecek kadar da iyi bir CEO’ydu. Erdoğan’ın dünya emperyalist sisteminin nasıl çalıştığına dair bir fikri vardı.

Önemli konu, enflasyon sorunu, tam da bu değişim içerisinde anlamlandı.

Enflasyon belirsizliği FED’in, Avrupa Merkez Bankası’nın yöneticilerini korkutmaya başlamışken, Nobel ödüllü iktisatçılar enflasyonun nasıl yönetilmesi gerektiğine 70’lerin kuramlarıyla yanıt vermeye devam ederken, bu riskli araç sermayedarlar tarafından çoktan sihirli bir değneğe dönüştürüldü bile.

Kastımız enflasyonun bir değer aktarım aracı olması değil tek başına, bu böyle. Enflasyon hep aynı amaca hizmet etti: Emekçi sınıfların cebinden alıp sermayeye vermek.

Öte yandan, bugünün karmaşık dünyasında enflasyon, kâr oranını yönetmenin bir aracı ve konumuz açısından, daha da önemlisi, emperyalist rekabetin parametrelerinden biri.

Yani nasıl enflasyon kredi sisteminin bir ürünüyse ve kredi sistemi kapitalizmde zamanı yönetmenin bir aracıysa, enflasyon da siyasette olup bitenleri zamana dönüştürmenin bir aracı.

Enflasyon, savaşların, tedarik krizlerinin, göçlerin, ekonomik belirsizliklerin ve ayaklanmaların olduğu bir dünyada günü yönetmenin bir aracı. 

Enflasyonla öyle bir oynanmalı ki dışarıyı karıştırmalı ve içeriyi yatıştırmalı.

Lenin, emperyalliğin bu önemli niteliğine değinirken İngiliz milyoner ve savaş kışkırtıcısı Cecile Rhodes’un sözlerini alıntılar: Emperyallik bir ekmek meselesidir. Eğer iç savaş istemiyorsan, emperyalist olmak zorundasın.

Kötü ama dürüst Cecile Rhodes bu sözleri 1895’te söylemişti. Dünya o günden beri çok değişti. Ne var ki temel prensip aynı kaldı.

O prensip Türkiye için de geçerli. Vergi-zam-ücret-enflasyon sarmalında sermayeyi mutlu etmenin yolu, ücretlilerin maaşlarını “unutmamak”tan geçiyor… 

Enflasyon, emekçinin elinden ekmeği alıyor ama aynı zamanda veriyor. Enflasyon rejimi AKP eliyle sabretmeyi öğretiyor…

O halde Türkiye’ye bir IMF bakanlığı gerekiyor. Bu trafiği yönetecek, politikayı paraya, parayı politikaya dönüştürecek, vergi-ücret-zam denklemine “zaman”ı ekleyecek bir kurula.

Türkiye’yi uyuşturmanın yolu böylece Merkez Bankası’yla yatıp kalkmaktan, bütçe açığıyla oynamaktan, vergilerle “nefes almak”tan geçiyor: IMF’nin bir benzerini Türkiye sermayesinin yönetimine vermekten, yani yerli ve milli bir IMF egemenliği tesis etmekten…