Kuruluş zamanının ayrıksı aydınlarına geliyorum. Yaşamları hiç de iç açıcı olmuyor. Bu aydınlar kuşağındakilerden biri olarak Kemal Tahir, 1910’da doğuyor ve 1973 yılında göçüyor bu dünyadan.

Türkiye’nin Ruhu

Yıl 2021. Doğru yazdım. 1917’lerden, 1923’lerden, 1924’lerden, 1990’lardan geldik bugüne. (Kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni) Bugün 13 Kasım 2021; yılın bitmesine bir buçuk ay ya var ya yok. “Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım.” diyesi geliyor insanın, bir insan ömründen genelde pek daha uzun ülkelerin, rejimlerin ömrü…

Nasıl kendi yaşantımızda bizi biz yapan ânlar, zihnimize çakılı anılar varsa dünya ve memleket tarihinde de öyle. Seçeriz, ayıklarız, eleriz ve biriktiririz. Kendi bireysel tarihimize, bizi biz yapan toplumsal ve maddi koşullara girdi yapmıştır şüphesiz memleketin makûs talihi ve elbette tarihi.

Tatsız, tuzsuz “Ne olacak bu memleketin hâli?” (elinin körü olacak) yakınmaları, bir öznesiz mızıklanma olduğundan ötürü, hepten itici gelir oldu bana bir süredir? Geçmişe bakıyorum, geçmişi bugünün ikliminden süzüyor, damıtıyor ve yarını kurmak için anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum. Nihayetinde tarih, geleceği kurmak sorumluluğu ile okunduğunda bir lezzet taşıyor.

Kemal Tahir karıştırıyorum bu aralar. 60’lı yılların ikinci yarısına damgasını vurmuş ve entelektüel camiayı ikiye bölmüş bir yazar-düşünür olarak Kemal Tahir, nev-i şahsına münhasır bir kalem hakikaten. Romanlarını, yazılarını, mektuplaşmalarını (aslında yalnızca Nâzım’ın ona yazdığı mektuplarını) okumak bile “Üç Kemaller”den Kemal Tahir’i ayrıksı bir yere koymayı neredeyse zorunlu kılıyor.

“Kemal Tahir’i verdim Peyami Safa’yı aldım.” yollu Yalçın Küçük’ün aldım verdim oyununu da aklımda tutarak şöyle kuş bakışı seyrediyorum pek sevdiğim “Esir Şehrin İnsanları” romanının yazarına. Kala kala elimde yalnızca “Esir Şehrin İnsanları” kalmasının acısı yüreğimde, gördüğüm ışıksız patikalardan ilerliyorum yavaş yavaş, bakalım nereye çıkacağım diye diye…

Kuruluş zamanının ayrıksı aydınlarına geliyorum. Yaşamları hiç de iç açıcı olmuyor. Bu aydınlar kuşağındakilerden biri olarak Kemal Tahir, 1910’da doğuyor ve 1973 yılında göçüyor bu dünyadan. Uğursuz yıl olan 1938’den 1950 yılındaki affa kadar hapiste tutsak. Tan gazetesinde yazı işleri müdürü iken deniz astsubayı kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali’nin öykü kitabını gemide okuması için verdiğinden ötürü, askeri isyana teşvik gerekçesiyle on beş yıl ağır hapse mahkûm ediliyor. Trajik yan ise Sabahattin Ali o sırada yedek astsubay olarak görev yapmakta… Bahane çok, rejim için sakıncalılar “Bir suçun işlenmesi için beklenmesi gerekmez.” şiarı ve niyet okumasıyla yıllarını içeride geçiriyor. Nâzım’la da bir süre aynı hapishanede kalıyor Kemal Tahir…

“Nazım’la 1939’a kadar İstanbul Tevkifhanesi’nde, 1939’dan Bursa Cezaevi’ne gönderildiği 05.12.1940 tarihine kadar Çankırı cezaevinde beraber bulunduk. 1940 Ocak ayında Nâzım sıhhatinin bozulması yüzünden –siyatik- Bursa Cezaevi’ne gitti. Ben daha bir zaman Çankırı’da kaldım. Sonra sırasıyla Malatya, Çorum, Nevşehir cezaevlerinde bulundum.”

Kasvetli, sıkıntılı, orta Anadolu mahpuslarıyla yıllarını geçiriyor Kemal Tahir. Yokluk bir yandan, hasretlik bir yandan, öfke bir yandan… Belli ki memleketin hâli ile ülke aydınlarının hâli göbekten bağlıdır. Bu uzun hapislik yıllarında Nâzım’la karşılaştırıldığında Kemal Tahir’in giderek karamsarlaştığı, insan sevmez olduğu ve evrensel bir kurtuluş düşünden uzaklaşarak Türkiye’nin özgünlüğü aranışlarına yanıt vermek adına olmazı oldurmaya çalıştığı, çubuğu bir hayli büktüğü, “Asya tipi üretim” tartışmalarından hareketle Batıcılığı ve modernleşmeyi bağnazcasına eleştirdiği tezlerini Doğu-Batı karşıtlığında temellendirdiği görülmektedir.

Romanlarını, tüm bu düşünce seyahatlerindeki uğraklarını sergileyeceği bir platform olarak görür. O kadar ki roman üzerine yaklaşımı bile var olan Osmanlı-Türk romanının gelişimine dair tam bir ters yüzdür. Düşünceleri romanlarına pek doğrudan yansıdığından, bireyler yerine toplumsal durumlar, yapılar ve büyük toplumsal kırılmalar anlatılır. Romanları bu yüzden tiplerin karşılıklı konuşmalarından ibaretmiş izlenimi verir. Değil mi ya, bizde sınıf yok, sınıfların ortaya çıkmasıyla beliren birey yok, bireyin çatışmasının romanı nasıl anlatılacakmış, anlatılacak olan yalnızca toplumsal uyuşmazlıklar ve toplumun dramıdır ona göre.

Haliyle bu durum ta Osmanlı’dan başlayarak Cumhuriyet Dönemi’ne dek gelmektedir. Osmanlı sınıfsızdır. Osmanlı’nın Batılılaşma siyaseti yanlıştır, üstelik 1920’lerden sonra daha da hızlanan Batılılaşma tam bir fiyaskodur, devrim hareketleri, üstyapıya dayandığı için halkla Türk aydını arasında kopukluğu artırmıştır, geçmişle aramızı açmıştır. Kendi halkımıza güvenip dayanacağız demektedir demesine de, Osmanlı’yı, yeni Osmanlıcılığı pek sevindirecek denli benimsemektedir. Üstelik hangi halk sorusuna yanıt olarak dayandığını iddia ettiği maddeci tarih anlayışından bir hayli uzaklaşarak bir garip halk tasavvuru inşa etmiştir, üstelik sevmeye sevmeye, nefret ede ede bu halktan. 1923’ten yana Türk toplumunun hiçbir ilerleme kaydetmediğini de söyler, üstyapısal dönüşümlerin mayası tutmamıştır ona göre. Elbette ki bunları söylediği zamanlar “üçüncü dünya devrimciliği” zamanlarıdır. Başka bir tarih okuması, başka bir yağmur sağanağıdır.

Özelimde ise, “Esir Şehrin İnsanları”ndan sonraki “Esir Şehrin Mahpusu” ve “Yol Ayrımı”nda meftun olduğum Kâmil Bey’i sırtından vurmuş, diğer romanlarında ise acayip roman karakteriyle tüm umutlarımı tuzla buz etmiştir. Paşaoğlu Kâmil Bey karakteri için Nâzım’dan esinlendiğini yazanlar vardır ancak, dedim ya Kâmil Bey’i ve ideallerini memleketin ruhunu arama seanslarında pek çok kez öldürmüş, koca bir boşluk ve kışkırtıcı birçok soruyla bizleri ortada bırakmıştır.

Kemal Tahir daha bitmedi…