Büyük korkular düşünmenin önünde engeldir. Bu bir kriz ve bir fırsat demektir. Bir düzenin korkuları başka bir düzenin müjdecisidir. Bu müjdeyi yaymak mümkündür ve zamanıdır.

Türkiye kapitalizmi korkularını yatıştırabildi mi?

Kapitalizm elbette korku tanımaz. Kapitalizmin son derece “soğuk” yasaları vardır. Ama kapitalizm kişilerle ve kurumlarla iş görür. Kişiler korkularıyla, hırslarıyla, zayıflıklarıyla o yasalara tutunur.

Korkular da sınıfsaldır. Türkiye kapitalizminin korkuları, bu düzeni kabul etmiş karakterlerin ve kurumların korkularıyla biçimlenmiştir. Türkiye burjuvazisi doğumundan beri korkuyla hareket etmeye fazlasıyla alışmıştır.

Düzen kurmak korkuyu kontrol altına alma işidir. Türkiye’deyse bir yerden sonra kontrol korkusu demektir.

1925’te, Şeyh Sait isyanı gerçekleşmeden önce, Ankara’nın bölgeye kendi kadrolarını yollamamış veya istihbarat kaynaklarını kullanmamış olması pek akla yatkın değildir. Ankara Musul’un, Lozan’ın ve başka kritik adımların eşiğindedir. 

Sait’in isyanı sürpriz değildir ama yine de Ankara’yı korkutmayı başarabilmiştir. Ankara’nın korkusu Sait isyanının dinciliği değildir tek başına. Bunun önceden biliniyor olduğunu düşünmek gerekir. Ankara’nın korkusu isyanın kitle kazanmadaki hızıdır. 

Bilindiği gibi tarikatların kapatılması, laiklik mücadelesinin hızlanması, Mustafa Kemal’in tarikatların başlarına seslendiği ve tekkelerle, şeyhlerle devam edecek olan sertliği bu korkuyla da ilgilidir. 

Çünkü Türkiye’nin yeni düzeni otorite korkusu yaşamaktadır ve çünkü Cumhuriyet ile laiklik göbekten bağlıdır.

Öte yandan Ankara başka bir şeyden daha korkmuştur. İngiliz emperyalizminin gücünün ne noktalara nasıl erişebileceğini 1925 yılıyla birlikte daha net görmüştür. 

Çünkü Türkiye’nin yeni düzeniyle yani Cumhuriyet ile bağımsızlık ve laiklik göbekten bağlıdır.

Türkiye’deki düzenin korkuları gelişmemişlikle ilgilidir deriz. Öyle ki henüz gelişmemiş bir ekonomide, henüz oturmamış bir toplumsal düzende kendine güveninin ortaya çıkabilmesi ve korkuların yatışabilmesi için zaman gerekmektedir.

Halbuki kapitalizmin gelişmesi yeni korkular getirmiştir. Sermaye sınıfı gelişmiştir, işçi sınıfı gelişmiştir. Türkiye kapitalizminde Sovyet ve komünizm korkusu her şeye baskın çıkacak kadar güçlenmiştir. Öyle bir korkudur ki bu Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü ve sosyalizmin yıkıldığı 90’larda Türkiye’nin egemenleri bu yeni gelişmeye inanmak bile istememiştir.

Çünkü büyük korkular düşünmenin önünde engeldir ve bu bir kriz demektir. Onca karşıdevrimci yığınağa, dincilere, ülkücülere, mafyalara, çetelere, tarikatlara ne olacaktır? Dünyada sosyalizm yıkılmıştır ve kapitalizm onu yeniden canlandırmamak korkusundadır. Türkiye’de yeni dönemin sorusu, “bu korkudan bir düzen çıkarabilir miyiz” olmuştur. Susurluk olayı, 28 Şubat, parti kapatmalar ve yeniden canlandırmalar krizi çözmek için korkuyla, planla programla uygulanmıştır.

Bu program sonuç vermiş, AKP 28 Şubat’ın çocuğu olmuştur. Öte yandan, bu değişiklik bu sefer başka bir kriz anlamına gelmiştir. Çünkü İslamcı partinin o ya da bu şeklinin Türkiye’de ana parti olması önemli bir değişikliktir. AKP’nin ortaya çıkışı basitçe bir sağ ekolün yerini diğerinin alması değildir.

Bu değişimde korkuları yatıştıran şeyin ne olduğunu iyi biliyoruz. Bir kere yılların birikimi ortadadır. Bu “açılım”, ABD’nin ve AB’nin tam desteğini almıştır. Sosyalizm ve Türkiye işçi sınıfı büyük darbe almıştır. Türkiye kapitalizminin önü açıktır. Karşıdevrimin baharıdır.

Bilindiği gibi Erbakan’ın Milli Nizam Partisi de Nakşici Gümüşhane dergahının çocuğudur. Ama bu hareket partileşirken, düzene ve sisteme uyum sağlarken Türkiye’deki tarikat ağları yelpazesinin tamamına seslenmiş ve önemli bölümünün de desteğini almıştır.

Ancak başka bir şey daha gerçekleşmiştir. Milli Görüş’e Türkiye’de yer açanlar tarikatçılığı kapitalizmle buluşturmuş, normalleştirmiş, kapitalizmin ihtiyaçlarına uyumlu hale getirmiştir. 

Türkiye’nin egemenleri bu sefer solun ve sosyalizmin yokluğundan korku duymaya başlamıştır. Çünkü Türkiye kapitalizminin düşmanı ortada yoktur ve Türkiye’ye anlatılacak yeni bir hikaye kalmamıştır. Siyasetin dinselleşmesi, tarikatçılık bu korkuyu yatıştırmakla kalmamış, dinciliğin esneme kabiliyeti egemenlerin adeta ağzının suyunu akıtmıştır.

Türkiye kapitalizmi makineleşirken, gelişirken ve hatta “akılcılaşırken” bu düzenin fabrikalarda, ofislerde, plazalarda, okullarda ve kışlalardaki insanları tarikatleri ne yapacaktır?

Tarikatlar bu düzenin şiddetine, yalnızlaştırıcılığına, korkusuna, krizlerine çözüm olsun diye normalleştirilmiştir. Böyle çözüm mü olur denebilir? Ama kapitalizmin çözümünde beğeni aranmaz. Tarikatlar Türkiye’nin bir normali olsun, Türkiye’nin insanı bu normalle yaşasın, ona uyum sağlasın istenmiştir.

Belki de Türkiye’nin egemenleri ABD’de, Japonya’da, Kore’de, İtalya’da, Rusya’da şurada ve burada lobicilik yapan, akıl öğreten, vaaz veren cemaatleri, tarikatları görmüş ve bizim neyimiz eksik demiştir…

Ama bu normalleştirme işlemi 12 Eylülcülerin, Milli Görüşçülerin, Özalların veya Ecevitlerin marifeti değildir yalnızca. 

Örnek olsun Cübbeli Ahmet’i programlarından eksik etmeyen Fatih Altaylı gibileri, “Tarikatlar sivil toplum örgütleridir” diyen misyon sahipleri, tarikat şirketlerine Türkiye kapitalizminin rol dağılımda yer veren ve hatta onlarla buluşmaktan çekinmeyen TÜSİAD büyükleri bu işe dahildir.

Şimdiyse hepsi mutlu ve hepsi tedirgin. Çünkü bir dönemi kapattılar ama ve fakat bu işin sonunun nereye varacağından kaygı duyuyorlar.

Oysaki bir zamanlar sivriliklerinden korkulan tarikat şeyhleri kendilerine düşeni yapmışlardı. Bunlar şirketleştiler, gazete çıkardılar, kadrolaştılaştılar, İngilizlerden alınan hediyelerle, Almanların parasıyla,  Amerikalıların aklıyla bir oldular ve her yerde boy gösterdiler.

Başka ne yaptılar?

Mesela ABD ile birlikte darbe yaptılar. Devletin bütün kurumlarına yerleşmekle kalmadılar, bir de üstüne kavga ettiler. Sonra Rus büyükelçisini vurdular ve üstelik “fetö değil menzil” deme ihtiyacı duydular. Depremde halkı aç bırakırken, devleti aciz ama reklamını bol kıldılar. Vergilerle zenginleşirken gösterişi ihmal etmediler. Gencecik çocukların geleceğini karartırken Türkiye halkının öfkesini üzerlerine çekmeyi başardılar.

Ne var ki Türkiye kapitalizminin sadece dertleri değil, ayrıca yeni hevesleri, korkuları var: Türkiye kapitalizminin dünyada büyüme hevesi ve aynı anlama gelmek üzere, geri kalma korkusu var. Yıkılan Cumhuriyet’in yerine neyin nasıl koyulacağı korkusu var. Bunca yıl yatırım yapılmış bu malzemenin işe yarayıp yaramayacağı korkusu var. En önemlisi de bu korkuların yalnız kendilerine ait olması, yani halkı ilgilendirmemesi korkusu var.

Ekonomisi, meclisi, bütün kurumları delik deşik olmuş Türkiye kapitalizmi için, korkmadan, düşman üretmeden yapamayan bir düzen için bu kadarı da fazla mıdır?

Bizi başka bir yanıt daha çok ilgilendirmektedir. Büyük korkular düşünmenin önünde engeldir. Bu bir kriz ve bir fırsat demektir. Bir düzenin korkuları başka bir düzenin müjdecisidir. Bu müjdeyi yaymak mümkündür ve zamanıdır.