'Lozan’dan 100 yıl sonra başka bir Türkiye’nin anahtarı Türkiye kapitalizminin bu ihtiyacıyla hesaplaşmakla mümkündür. Türkiye sermayesinin can suyu kesilmelidir.'

Farklı bir Lozan tartışması

Türk heyeti 1922’nin sonbaharında Lozan garına indiğinde kafalarında kalpak ve bavullarında smokin-şapka vardır.

Henüz saltanat yeni kaldırılıyor ve Türkiye’nin sınırları yeni netleşiyordur. Ama net olan başka bir şey vardır: İşbirlikçilerin fesi reddedilecek, İngiliz burnu büyüklüğüne çizgi çekilecektir. Genç Türkiye Cumhuriyeti savaş meydanından yükselen direnişin meşruiyetiyle ve zorla kendini kabul ettirmiştir.

1920’lerin bağımsızlık mücadelesi bir kabul ettirme kavgasıdır ve bir meşruiyet kavgasıdır.

Bazı yorumcular “İngilizler Sovyetler’i bile kabullenebilmiş ama Türkiye devleti canlarını hep sıkan bir geri adım olmuştur” der. Böyle düşünenlere İkinci Savaş öncesinde ve sonrasında İngiliz sinsiliğinin Sovyetler Birliği için ne anlama geldiğini ve de sonuçlarını hatırlatmayı borç biliriz. Ancak, Türkiye’nin kendini kabul ettirme arayışının dinamiklerine ışık tuttuğunu da not etmeliyiz. 

Türkiye Cumhuriyeti Ankara’nın İstanbul’a, gerçekçiliğin hayalciliğe baskın çıkabildiği bir dönemeçte kurulmuştu ve kendini emperyalistlere zorla kabul ettirmişti. Lozan bir kabul ettirme mücadelesinin ürünü ve sembolüydü. 

Ne var ki aynı Lozan, 100 yıl sonrasında bu sefer başka bir kabul ettirme mücadelesinin ürünü olarak küçük görülüyor.

Anlıyoruz ki Lozan’ı içlerine sindiremeyenler yalnız İngilizler değilmiş. Büyüyen Türkiye kapitalizmi başka topraklara gözünü dikmek zorunda olduğundan, aynı Lozan, Türkiye sermayesinin gözünde son kullanma tarihi dolan bir kağıt parçasıymış.

Rıza Nurlar, Necip Fazıllar, Kadir Mısıroğlugiller 1922’nin fesli kafalarının hastalıklarını bugüne taşırlarken asıl hastalık işte bu büyüyen Türkiye kapitalizmiyle gelmekteydi.

Ve kapitalizm minimalist olamazdı. 1922’nin gerçekçiliği çöpe atıldı. Lozan, Misakı Milli ve Musul tartışmaları hep aynı şeyi amaçladı. Bu sefer başka bir kabul ettirme mücadelesine adım atılmalıydı.

90’larda, Körfez Savaş’ı fırsat penceresini açtığında, yüzyılın başında buzdolabına kaldırıldığını anladığımız hayalciliğin sofraya geri döndüğünü anlamalıydık. Türkeş’in Özal’a ilettiği raporlar ortaya çıkacaktı. Bir girsek Musul Vilayeti’ni alacaktık, Amerikalılara, İngilizlere, Fransızlara ve Ruslara da petrolden pay verecektik.

Türkeş’in Türkçülüğü sanıyoruz henüz Orta Asya’ya uzanamamıştı ama milliyetçilikle Nakşicilik bu ilk fırsatta Lozan'da yan yana gelmişti. Öyle ya Özal Türkeş’e “beni bir sen anlıyorsun” bile demişti. 

Ecevit Türkiye kapitalizmine dar gelmiş ve bir başka Nakşi uzantısına siyasette yer açılmıştı:

Erdoğan 2017’de bu durumu dürüstçe anlatacaktı: “Maalesef, kimi çevreler, Misak-ı Milli’yi tersinden okumuş, uzun süre Türkiye’nin ve Türk milletinin ufkunu, gönül sınırlarını bu çerçevenin içine hapsetmeye kalkmıştı”.

Lozan’ı içine sindiremeyen başka milliyetçiler de vardı. Osman Baydemir her defasında Lozan’ın Kürtleri hapsettiğini, Sevr’in bile Lozan’a tercih edilebilir olduğunu söylemiyor muydu? Şeyh Saitlere ayıp edilmişti…

Aslında hapsolan ne Türklerdi ne Kürtlerdi. Lozan’da hapis kalan tek bir sınıf vardı: Türkiye’nin sermaye sınıfı.

O sermaye sınıfı 2023’e gelindiğinde zaten sınır falan tanımamıştı ki. Kıtalar dolaşmış ve kıtalar arasında oyuncu olmaya başlanmıştı bile.

KOÇ’un Arçelik’i 53 ülkede faaliyet gösteriyordu. Sabancı’nın Kordsa’sı dünyanın bir ucunda, Güney Amerika’da bile vardı. 

Savaş falan bahane, 2022’ye gelindiğinde Turkcell’in Lifecell’i  Ukrayna’da güçlenmeye devam ediyordu. Savaş falan bahane, TÜPRAŞ’ın sahibi KOÇ, ucuz petrolü Türk vatandaşına pahalıya satarken Exxon’dan Chevron’dan altta kalır yanının olmadığını gösterecekti. 

İyi ki Ukrayna savaşı çıkmıştı, 90’larda kaçan fırsatın rövanşıydı bu, ve elbette tribünler de hareketlenecekti…

Fesliler ekranlarda Musul’u konuşurken, Tiryaki Agro Irak’ı ele geçiriyordu bile! Tiryaki Agro CEO’su Süleyman Tiryakioğlu “Afrika’yı anlayan dünyayı çözer” dediğinde o tartışmaya noktayı çoktan koymuştu.

Türkiye’nin tekellerinin yurtdışı cirolarına baktığınızda bu işin şakasının olmadığını anlayabilirdiniz.

Yalçın Küçük bir zamanlar ama başka bir açıdan “Türkiye büyümezse, küçülür” demişti. Ne var ki Türkiye kapitalizmi kollarını öyle uzattı ki ve bugünün Türkiyesi öyle bir başkalaştı ki Türkiye büyüdükçe küçüldü, çünkü bizim anladığımız anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti kalmadı.

Peki bu yeni Türkiye’nin neye ihtiyacı vardı?

İngiliz emperyalizmi Çin’de, Hindistan’da, İrlanda’da ve Musul’da istediğini alabilmek için “sahte bayrak”lar kullanmış ve anlaşmaların bir anlamının olmadığını göstermişti. Meşruiyet devşirmek için her yol mübahtı. 

Bu kural ABD emperyalizminin emekleme safhalarında itinayla uygulanmıştı. ABD Amerikaları sömürebilmek için “haklı gerekçe” peşinde koşacaktı. Küba’da, Pasifikte, İran’da ve hatta Kıbrıs’ta işleri güçleri bu olmuştu. Sahte bayraklarla meşruiyet oyunları düzenleyecekler ve hakimiyeti ele geçireceklerdi.

Türkiye’nin Suriye macerası da aynı dersle yola koyulmamış mıydı? Türkiye kamuoyunu bir maceraya ikna etmek için Türkiye toprağını bombalamak bile gerekebilirdi.

İşte bundan sonrası Türkiye’nin sahte bayrakları olacaktır. Erdoğan Orta Asya’dan Afrika’ya, Amerika’dan Avrupa’ya boşuna mı gezmektedir? Kimin için gezmektedir?

Türkiye’nin buna ihtiyacı vardır.

Zamanı geldiğinde 5 kıtada çıkar peşinde koşulacaktır. Hatta belki Türkiye’nin de bir Pearl Harbor’ı olacaktır.

Ve nasıl Pearl Harbor, Amerikan kapitalizminin krizine çıkış bileti olduysa (inanmayan kâr oranlarına bakabilir) Türkiye de aynı ihtiyacın yakıcılığını hissedecektir. Türkiye kapitalizmi dünyada kendine yer açmak isteyecek, kendini böyle kabul ettirmek isteyecektir.

Lozan’dan 100 yıl sonra başka bir Türkiye’nin anahtarı Türkiye kapitalizminin bu ihtiyacıyla hesaplaşmakla mümkündür. Türkiye sermayesinin can suyu kesilmelidir. 

İçimizdeki (ve iktidardaki) feslilerden kurtulmanın yolu da aynı yerden geçmektedir.

Ve bu da bir meşruiyet kavgasıdır. Emekçi sınıfların kendini kabul ettirme kavgasıdır.