Denizlerin avukatı Halit Çelenk’i kızı Serpil Güvenç anlattı: “Acıyı kavga eyledi”

Bugün, "Denizlerin avukatı" olarak belleklere kazınan Halit Çelenk'in aramızdan ayrılışının yıldönümü. Çelenk'in kişiliğini, yaşadıklarını ve bugüne kadar uzanan duruşunu kızı yazar Serpil Güvenç ile konuştuk.

Bir hayat düşünün ki, ardınızdan söylenmemiş tek bir güzel söz bile kalmasın. Türkiye’nin karanlık 60 yılının en yakın tanığı olun. Size düşen, hep bu karanlığa tanıklık ekmek, hem de bizim adımıza tanıklık etmek olsun. Evinize Denizler’in parkası, işkencede öldürülen İlhan Erdost’un kanlı giysileriyle dönmek zorunda kalın. Evlat, oğul, yoldaş acısıyla ömür geçirin. Size bırakılan vasiyet, soluk aldığınız sürece bu acı tanıklıkları anlatmak olsun. Ve siz bu görevi eksiksiz yerine getirmek için bir an olsun bile sendelemeyin.

“Yenilmeyenlerin avukatı” Halit Çelenk, bir ömür boyu yas tutabilmek ve kavga edebilmek şiirdir, bize bunu öğretti.

Kızının ifadesiyle O, “acıyı kavga, mücadele eyledi” ve kavga etmek için sebebi hiç tükenmedi.

Halit Çelenk’i Denizler’in yanına uğurlayışımızın üzerinden bir yıl geçti. Ve biz, kızı Serpil Güvenç’le “karanlık tarihin saygıdeğer ışığı” Halit Çelenk’i konuştuk.

"İNSANLAR NEDEN ÖZGÜR DEĞİL SORUSU İLE BAŞLAYAN SOSYALİZM MÜCADELESİ"

Siz bir baba kaybettiniz, bu ülke çok şey. Öncelikle, Sayın Çelenk’in sosyalist düşünceyle nasıl tanıştığından başlayalım isterseniz.
Gençliğinden bu yana sol düşünce ve bilimsel sosyalizme yakındı. Antakya’da Fransız okulunda okumuştu. Orada okurken, aydınlanmacı Fransız ekolünden etkilenmişti. Ve o zaman düşünmeye başlamış, ‘insanlar neden özgür değil’. Tabi, “bu mesele nasıl çözülecek” sorusunun cevabı onu sosyalist düşünceye götürmüş. 1940’lar ve 50’lerde TKP’li Kerim Sadi ve Kemal Sülker’le tanışması ve arkadaşlıkları babamı derinden etkilemiş. Bu arada, annemle Bursa Cezaevi’ne gidip, Nazım Hikmet’i görmeye gitmeler falan da var. Bu süreç babamı, bu düzenin değişmesi gerektiği ve bu düzeni değiştirme klavuzunun da Marksizm ve bilimsel sosyalizm olduğuna dair bir inanca taşımış.

TKP’li olmuş muydu babanız?
Okulu bitirdikten sonra Samsun’da avukatlığa başlıyor babam. O ara, ünlü 51 tevkifatından hemen önce TKP’den Oğuz-Muzaffer Ran çifti babam ve annemi partili yapmak üzere Samsun’a geliyorlar. Babamlar ‘evet’ diyor. Ancak dönüşte Ran çifti yakalanıyor ve ünlü tutuklamalar başlıyor. Yani, parti üyeliği şekle bürünmeden yarım kalıyor.

İdamlar, tamamen bir cinayet ve düşünce suçudur. Denizler, sömürüsüz bir toplum istedikleri için öldürüldüler. Şöyle düşündü idam edenler “bu bir yol olmasın, insanlar, emekçiler, işçiler, sakın ola ki bu düşünceye kapılıp, bu düzeni değiştirmeye kalkışmasınlar. Bakın biz bunları yapmak isteyenleri astık”...

Siyasi davalarla ne zaman ilgilenmeye başlıyor?
Aslında avukatlığa başladığı ilk yıllarda. Samsun’da iki Yugoslav göçmeni hakkında 142’den dava açılıyor. Babam, haberleri olmadan onları savunmaya karar veriyor. Ve gidiyor, “ben sizi savunabilir miyim” diye soruyor. Tabi çok seviniyorlar. Bu sırada baro başkanı babamı uyarıyor, “çok iyi bir avukatsın, bütün mesleki kariyerin biter, girme bu işlere” diye. Babam uyarıları dikkate almıyor, savunuyor ve beraat ettiriyor. Sonrasında bu iki kişi, tabi tanımadıkları için babama komünizm propagandası yapmak amacıyla Sabiha Sertel’in kitaplarını falan getirmişler. Ama görmüşler ki, babam zaten beyninden örgütlenmiş.

"YANLIŞLIKLA VURDUKLARI SUBAYIN KARISINA CEPLERİNDEKİ PARAYI VERMİŞLERDİ"

Deniz, Hüseyin ve Yusuf’la ne zaman tanışıyorlar?
Annem ve babam 1961’de Ankara’ya geliyorlar ve 1962’de de TİP’e katılıyorlar. Partide 1966’ya kadar kaldılar. Babam TİP’te Genel İdare Kurulu üyeliği, annem Şekibe Çelenk de Onur Kurulu üyeliği yaptı.

Denizler de partili o zaman, bütün 68 partili. Aynı partiden yoldaşlar. THKO olayına kadar Deniz’le tanışmıyorlar ama Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, bütün hepsi babamın daha önce de müvekkili. Bir Filistin’e gidip gelme olayı vardır. Babam o zaman Diyarbakır’a gidip Hüseyin İnan’ı savunuyor. Yusuf Aslan’ı Kommer davası sanığı olduğu sırada savunuyor. Yusuflar, bu şekilde her gün bizim eve gelirler, konuşurlar, yemeklerini yerler giderlerdi. Ben de tanırım hepsini, arkadaşlarımdı.

Deniz Gezmiş’le babanızın karşılaşmaları nasıl oldu?
- Babama vekalet verdi Deniz. İlk yakalanmalarının ardından Deniz’le Kayseri Cezaevi’nde karşılaştılar. Üst baş, para götürdü onlara. Sonra Ankara’ya getirildiler ve dava başladı.

Halit Çelenk dışında başka avukatları da vardı tabi?
Çok enteresandır, sadece 11 avukat savundu ve hiç kimse almak istemedi bu davayı. Çekindiler, çok çekindiler. Bunu ilk kez söylüyorum sayabilirsiniz, bu 11 avukatın 2’sini 27 Mayısçılar gönderdi destek olmak amacıyla.

Savunmaya nasıl hazırlanmışlardı?
Savunma, avukatlar, özellikle babam tarafından çok ciddiye alındı. Yani en ufak bir yasal açık ya da itiraz edilebilecek her şey en ince ayrıntısına kadar değerlendirildi. Son derece sağlam bir savunma hazırlandı. Üzerinde kelime kelime çalışıldı. O dava zaten 146’lık bir dava değildi. Ne var, adam kaçırma var, o adamları yaralamak yok, öldürme yok, birkaç gün sonra bırakmışlar zaten. Kapının kilidine ateş ederken, subayın karısının elini yaralamışlar, “adam yaralama” dedikleri o. Çocuklar o askere ceplerindeki parayı çıkarıp veriyorlar “bununla doktora gidin” diye. Bütün savunma ve bütün mücadele, Anayasa’nın uygulanması üzerine kuruluyor. Anayasayı savunan, bu konuda hiçbir eylemi olmayan insanları, “anayasayı ve meclisi ortadan kaldırmak istiyorsunuz” diye yargılıyorlar. Oysa, Anayasayı ihlal eden, Meclis’in çalışmalarını askıya alan 12 Mart cuntası aslında, yani cunta idamlık anayasaya göre.

Babam, AKP’nin tamamıyla sermaye ve ABD yanlısı, piyasacı, dinci çok zararlı bir iktidar olduğunu, bu iktidara karşı Denizler gibi mücadele edilmesi gerektiğine inanıyordu. Ergenekon vs, bütün bu davaların kurmaca olduğunu ve ‘sıkıyönetim dönemleri kadar kötü bir dönem yaşadığımızı’ söylüyordu.

İddianamede sürekli olarak Marksist Leninist oldukları söyleniyor. Yani “düzeni değiştirecekler, bunlar ihtilalci” deniyor. İşlenmeyen bir suç, bu insanlara öyle düşünüyorlar diye monte ediliyor. Burjuvazi kendi yasalarını çiğniyor. Burjuvazi koşullar gerektirdiği zaman kendi yaptığı yasalarını da bir güzel çiğner zaten.

Her ne kadar idam cezasıyla yargılansalar da o günkü hava nasıldı, babanız bunu yapabileceklerini düşünüyor muydu?
Aslında “yapmazlar” diye düşünüyordu babam, herkes öyle düşünüyordu. O kadar kanunsuzdu ki, bu cezayı alsalar bile müebbete çevrileceğine inanılıyordu. En azından 59. Madde yani “mahkemedeki hal ve tavırlarından dolayı hafifletici sebep”, bu uygulanır diye düşünüyorduk. Ve içimizden hep, şöyle bir şey geçiyordu, “günün birinden af çıkar ve kurtulur bu çocuklar”. Böyle düşünüyordu herkes o zaman.

"O GECEDEN SONRA BABAM HİÇ İLAÇSIZ UYUYAMADI"

İlk ne zaman idam cezasını uygulayabilirler diye düşünmüştünüz?
Annem her duruşmaya giderdi, bir duruşmada şöyle bir şey oluyor. Çocuklar aralarında bölüşmüşler savunmayı, parça parça okuyorlar. Deniz okuyor savunmayı, bir fotoğrafçı geliyor ve fotoğrafını çekiyor. Yusuf okuyor, yine aynı şekilde fotoğraf çekiliyor. Sıra Atilla Keskin’e geliyor, bu kez fotoğraf çekilmiyor, Hüseyin okumaya başlayınca, yine fotoğrafçı çekiliyor. Annem, eve geldi “Halit, gitti çocuklar” diye bağırmaya başladı. Babam “nereden çıkarıyorsun bunları” deyince gördüklerini anlattı ve “hayır” dedi “bunların kafasında üç idam var”. Ve o gün herkesin içine bir ateş düştü.

Ve nihayet mahkemenin kararı... Yalnız, mahkeme kararında “54. Maddeyi uygulayıp uygulanmama yetkisini TBMM’ye bıraktık” gibi ibare var. Ama oraya gideceği zaman nasıl bir felaketle sonuçlanacağını hepimiz biliyorduk. TBMM’nin yüzde 40’ı kahrolası Demirel’in elinde. Meclis kürsüsünden idamları savunmaya dair yapılan her konuşmada aynı şey vurgulanıyordu “bunlar Marksist-Leninist, başka türlü olsa affederdik ama bu durumda affetmemeliyiz”. Yani olay tamamen bir cinayet ve düşünce suçudur. Denizler, sömürüsüz bir toplum istedikleri için öldürüldüler. Şöyle düşündü idam edenler: “Bu bir yol olmasın, insanlar, emekçiler, işçiler, sakın ola ki bu düşünceye kapılıp, bu düzeni değiştirmeye kalkışmasınlar. Bakın biz bunları yapmak isteyenleri astık”...

1972’de onun da içinde bulunduğu harekete düzenlenen operasyondan sonra tutuklanan Halil Berktay’ın ifadesi babama gelmişti. İfade öyle bir ifadeydi ki babam çok şaşırmış ve kızmıştı. Bütün olayları takır takır anlatmış, ismini vermediği insan kalmamıştı. Biz bu kadar ismi ve olayı aklında nasıl tutabildiğine şaşırmıştık. Bu davadan vazgeçmek Halil Berktay’a yetmedi. Birilerine hala kendini kanıtlamak derdinde ki bunları söylediğine göre daha kanıtlayamadığına inanıyor.

Ve o gece, böyle bir şeyi bekliyor muydunuz?
Bekliyorduk aslında, bütün yasal yollar tıkanmıştı artık. Böyle bir şey kabul edilemiyor tabi, yine de bir umut vardı içimizde. Gece kapı çalındı, o zaman anladık zaten. Biz sabaha kadar babamı bekledik. Babam sabah diğer avukat Mükerrem Erdoğan ile birlikte geldi. Ben o yüz rengini hiç unutamıyorum. Nasıl desem, kül rengi ya da yeşilleşmiş gibi, gözlerinin altı çökmüştü. Mükerrem kendini balkona attı, ağlıyor. Babam bana döndü ve masayı gösterdi “otur şuraya çabuk ve daktiloya kağıt tak” dedi. Daha sonra Mükerrem’i çağırdı ve “şimdi ağlamanın sırası değil” diye azarladı. Denizler’in son sözlerini ezberleme konusunda aralarında anlaşmışlar. İkisi de ezberlemişler ki, o sözleri eksiksiz aktarabilsinler. O geceyi ve son sözleri bana dakikası dakikasına daktiloyla yazdırdılar. Ondan sonra babam odasına girdi ve kapıyı kapattı. Bekledik, babalar Cemil Gezmiş, Beşir İnan ve Hıdır Aslan geldiler. Annem onlara çorba yaptı, birlikte çorba içtiler ve gittiler. Babam ondan sonra bir daha hiç ilaç kullanmadan uyuyamadı. Uykusu o zaman bitti ve bir ömür boyu böyle sürdü. Onlar, O’nun çocuklarıydı, oğulları, en önemlisi yoldaşlarıydı. Babamınki katlanabilecek bir acı değildi ama bu acıyı başını hiç eğmeden taşıdı. “Acıyı bal eyledik” var ya, babam acıyı mücadele eyledi, kavga eyledi. O’nu mücadele ayakta tuttu, başka türlü o acıya nasıl katlanır insan.

Halit Çelenk’in ülkesine dair kaygılarının hep sürdüğünü biliyoruz, ne düşünürdü son yıllardaki Türkiye'nin siyasi durumu hakkında?
AKP’nin tamamıyla sermaye ve ABD yanlısı, piyasacı, dinci çok zararlı bir iktidar olduğunu, bu iktidara karşı Denizler gibi mücadele edilmesi gerektiğine inanıyordu. Ergenekon vs, bütün bu davaların kurmaca olduğunu ve ‘sıkıyönetim dönemleri kadar kötü bir dönem yaşadığımızı’ söylüyordu. Son günlerine kadar siyasetle yakından ilgiliydi. Tekel eylemi O’nu da çok heyecanlandırmıştı, çok desteklemişti. Evde, “bütün eşyaları, giysileri gönderin” diye kıyameti kopardı.

Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977’yle ilgili ithamını, o günün tanığı olan size de soralım.
Annem, babam ve eşim Kaya Güvenç İstanbul’dalardı, ben hamile olduğum için gidememiştim. Katliamı ben televizyondan önce Uğur Mumcu’dan öğrendim, telefon ederek haber verdi bana. 1 Mayıs 1977 evimizde çok konuşuldu o yıllarda. Bir kere “sol içi çatışma” ithamı külliyen yalandır. Bunu en iyi tanığı eşim Kaya’dır. Çünkü, o bu katliam sırasında Kazancı Yokuşu civarındaydı ve ilk elden tanığıdır yaşananların. Otelin çatısından insanlara ateş edildiğine tanıktır. Bir kontgerilla eylemidir. Böye şeyleri nereden çıkarıp, nasıl uyduruyorlar, anlamak mümkün değil.

Samsun’da iki Yugoslav göçmeni hakkında 142’den dava açılıyor. Babam, haberleri olmadan onları savunmaya karar veriyor. Ve gidiyor, “ben sizi savunabilir miyim” diye soruyor. Tabi çok seviniyorlar. Bu sırada baro başkanı babamı uyarıyor, “çok iyi bir avukatsın, bütün mesleki kariyerin biter, girme bu işlere” diye. Babam uyarıları dikkate almıyor, savunuyor ve beraat ettiriyor. Sonrasında bu iki kişi, tabi tanımadıkları için babama komünizm propagandası yapmak amacıyla Sabiha Sertel’in kitaplarını falan getirmişler. Ama görmüşler ki, babam zaten beyninden örgütlenmiş.

Herhalde Halil Berktay kendi kinini kusuyor. Bu davadan vazgeçmek Halil Berktay’a yetmedi. Birilerine hala kendini kanıtlamak derdinde ki bunları söylediğine göre daha kanıtlayamadığına inanıyor. Ya da büyük bir kin kusuyor. Günün birinde kurtulur inşallah bu kininden, çünkü böyle yaşamak da çok zor olmalı.

Babanız bir dönem Halil Berktay’ın da avukatlığını yapmıştı, tanıyorsunuz değil mi o yıllardan?
1972’de onun da içinde bulunduğu harekete düzenlenen operasyondan sonra tutuklanan Halil Berktay’ın ifadesi babama gelmişti. İfade öyle bir ifadeydi ki babam çok şaşırmış ve kızmıştı. Bütün olayları takır takır anlatmış, ismini vermediği insan kalmamıştı. Biz bu kadar ismi ve olayı aklında nasıl tutabildiğine şaşırmıştık. Bu ifade çok konuşulmuştu o yıllarda. Belki de o yılların vicdan azabından sola saldırarak kurtulmaya çalışıyordur. En çok üzüldüğüm şey ise, babası Erdoğan Berktay eski TKP’lidir. O babadan böyle bir çocuğun çıkması... Eminim Erdoğan Amca’nın kemikleri sızlıyordur. O adamın çocuğu olmak, Halil’e hiç yakışmıyor. Halil Berktay en yumuşak tabirle yalan söylüyor ve çok ayıp ediyor eski arkadaşlarına. Babasının çektiklerine ve düzene karşı verdiği mücadeleye çok ayıp ediyor.

Röportaj: Hatice İkinci (soL)