SÖYLEŞİ | Alper Birdal'la 'Sosyalist planlamanın sorunları' üzerine

Son kitabı 'Sosyalist Planlamanın Sorunları' geçtiğimiz hafta Yazılama Yayınevi'nden çıkan Alper Birdal kitapla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Nevzat Evrim Önal

Geçtiğimiz yıl içinde "Hegemonya Bunalımı ve Çin" başlıklı kitabı Yazılama Yayınevi'nden çıkan Alper Birdal'ın yeni kitabı "Sosyalist Planlamanın Sorunları" geçtiğimiz hafta okuyucusuyla buluştu.

Kitabında Sovyetler Birliği örneği üzerinen sosyalist inşa süreçlerinde planlı ekonomilerin kuruluş süreç ve sorunlarını tartışan Birdal yeni kitabı ve burada tartıştığı konuların bugün ne anlam ifade ettiği üzerine sorularımızı yanıtladı.

Yeni kitabın Sosyalist Planlamanın Sorunları geçtiğimiz hafta Yazılama Yayınevi tarafından yayınlandı. Bir önceki kitabın Hegemonya Bunalımı ve Çin'in üzerinden henüz bir yıl geçmeden. Öncelikle, bu üretkenlik için lütfen tebriklerimi kabul et. Dilersen de buradan başlayalım, bize kitabının kısa bir öyküsünü anlatır mısın? Nasıl yazıldı Sosyalist Planlamanın Sorunları?

Teşekkür ederim nazik sözlerin için. Aslında Sosyalist Planlamanın Sorunları'nın yazımına yıllar önce başlamış, büyük bir kısmını da yine yıllar önce tamamlamıştım. Başlangıçta aklımda daha iddialı bir çalışma yapmak vardı. Sovyet deneyiminin yanı sıra Küba'yı, eski Yugoslavya'yı, Çin'i ve Orta Avrupa'nın sosyalizm deneyimlerini de tartışmak niyetindeydim. Açıkçası bu iddianın altından kalkamadım, ama planlama tartışması da bir türlü yakamı bırakmadı. Bu nedenle kitabın tamamlanmış bazı bölümleri, bir kısmı da senin derlediğin Ekim Devrimi'nin 100. yılı vesilesiyle yine Yazılama'dan çıkan kitap olmak üzere, çeşitli mecralarda yayımlandı. Ama kitabın parça parça yayımlanması beni tatmin etmedi. Bir bütün olarak yazılması gerektiğini düşünerek ve bahsettiğim iddiayı biraz hafifleterek tekrar yazmaya başladım ve sonunda da ortaya bu kitap çıktı.

'Muazzam bir deneyim birikimi var'

Peki, bu kitabı kaleme almaktaki temel motivasyonun neydi?

Planlama tartışması güncel bir tartışma. Sosyalizm deneyimlerine dostça bakmayan bazı kişiler, bu söylediğimi gülünç bulabilir. Ancak planlama çeşitli veçheleriyle kapitalizm koşullarında da kendisini dayatan, dolayısıyla güncelliğini yitirmeyen bir özelliğe sahip. Bugün örneğin her biri milyar dolarlarla ölçülen ölçeklere ulaşan "katılımcı ekonomiler", "denkler arası ödeme sistemleri" gibi olgular tartışılıyor. Bu unsurlar sosyalist planlamanın çok önemli bir boyutu olan "iktisadi katılımı", iğdiş edilmiş bir biçimde de olsa gündeme getiriyor. Diğer yandan artık kurumsal kaynak planlama sistemleri sadece tekeller tarafından değil, küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından da yaygın bir biçimde kullanılıyor. Yani piyasanın dışına adım atıp, firma denilen kara kutunun içine girdiğimizde yine karşımıza planlama çıkıyor.

Elbette sosyalist planlamanın güncelliği yalnızca bunlarla sınırlı değil. Sovyet deneyimi halen çok tartışma götürecek, üzerine çok şey yazılacak bir başlık. Sovyet planlama deneyimi ise ne yazık ki Türkçe yazında çok az irdelenmiş bulunuyor. Oysa orada muazzam bir deneyim birikimi, büyük bir zenginlik var. Bu anlamda da sosyalist planlama tartışmasının derinleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kitabı yazma motivasyonlarım temel olarak bunlardı diyebilirim.

Kitabın Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluş sürecinde planlı ekonominin nasıl kurgulandığını, bilhassa da emek gücünün nasıl sevk ve idare edildiğini özenle inceliyor. Sence bu konuda, yani piyasa ekonomisinden planlı ekonomiye geçişte en büyük sorunlar nelerdi ve bu sorunlar nasıl aşıldı, aşılabildi mi?

En başta devrim, köylülüğün ağırlığının çok fazla olduğu bir coğrafyada gerçekleşti. Sosyalist kuruluşun sadece işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün iktidarını kurmak değil, proletaryayı nitel ve nicel olarak genişletmek gibi bir sorunu da vardı. Bunun en önemli adımı sanayileşme hamlesi olabilirdi; sanayileşme hamlesinin biricik silahı da planlama...

Büyük köylü kitlesinin işçileşmesi akıl almaz bir hızla gerçekleştirildi. Tarihte bunun eşi benzeri yok desek abartmış olmayız sanıyorum. Bu durumda karşımıza iki boyutlu bir çelişki çıkıyor. Birincisi sanayide emekgücü kıtlığı, ikincisi de sanayide emekgücünün dolaşım özgürlüğü. Çelişkinin birinci boyutu kolay anlaşılabilir; sanayileşmenin hızıyla köylülüğün işçileşme serüveni atbaşı gitmiyor her zaman. İkinci boyutsa sosyalist kuruluş sürecine özgü bir problem. İşsizliğin ortadan kaldırıldığı koşullarda işçi, işten işe dolaşma özgürlüğüne kavuşuyor. Bu problem, ücret sistemindeki arızalar; özellikle ücretlerdeki hızlı eşitlenme eğilimi ve kamu işletmelerinin birbirlerinden işçi transfer etmesi gibi yaygın uygulamalarla daha da karmaşık bir hal alıyor.

Bu sonuncu başlık işletmelerin yönetimindeki karmaşık karar alma yapılarıyla da ilişkili. Sendikalar, işçi komiteleri, işletme bürokrasisi; hepsi işletme yönetiminde önemli belirleyiciler ve uzun bir süre burada bir sadeleşme gerçekleşmiyor.

Sonuçta Sovyetler Birliği, sosyalist kuruluş sürecinin ilk on yıllarında bu büyük zorlukları aşmayı başarıyor. Ama geriye halen tartışılan bir bakiye ve özellikle Batı Sovyetolojisinin pompaladığı ideolojik yüklemler kalıyor. Bildiğimiz "kumanda ekonomisi", "Stalinist terör", "totaliterlik" vb. argümanlardan bahsediyorum. Bunlar, özellikle Batı'da, Sovyetler Birliği'nde sosyalist kuruluş sürecinin karmaşık sorunlarının ve bu sorunlara getirilen özgün çözümlerin üzerini örtüyor. Ne yazık ki bizde de büyük ölçüde böyle oluyor ve akıl tutulması galebe çalıyor.

'Her kuruluş pratiğinin gündemine gelecek'

Peki, bu deneyim, bugün yaşanacak benzer bir duruma nasıl ışık tutar? Günümüzde sanayileşmiş bir ülkede sosyalist kuruluşun sence hangi açıdan benzer sorunları olacaktır?

Günümüzde Bolşeviklerin miras aldığı ağırlıkta bir köylülükle sosyalist kuruluş macerasına atılınmak zorunda kalınacağını sanmıyorum. Yoksul köylülük yine sosyalizmin önemli bir unsuru olacak, temel müteffikleri içindeki yerini alacaktır. Ancak Sovyetler Birliği'ndeki gibi bir işçileşme zorunluluğu, en azından aynı yoğunlukta, hissedilmeyecektir. Öte yandan işsizliğin yasaklanması bir kez daha tüm sosyalist kuruluş deneyimlerinin anayasasına yazılacak ve bu da beraberinde emekgücünün dolaşım özgürlüğü sorununu getirecektir. Bu kendi başına kötü bir şey değil, yanlış anlaşılmasın. Biz zaten her insanın kendisinin en iyi gerçekleştirdiği işlerde, özgürce, kendi seçimi ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda çalışmasını isteriz. İdealimiz komünist toplumdur ve bu da özgür üreticilerin özgürce bir araya geldikleri bir toplumdur. Ancak komünizmin ilk aşamasında, yani sosyalizmde işçinin işten işe gezmesi, bir emekgücü kıtlığı yaratır ve planlamayı baltalar. Bu sorun, bana kalırsa her kuruluş pratiğinin gündemine gelecektir.

Bununla bağlantılı olarak ücretlerin eşitlenmesi, ki bu da yine kendi başına kötü bir şey değildir, eğiliminin yönetilmesi sorunu da bana göre güncel bir sorundur. Eşitlikçilik komünizmin bayrağında yazar, ama ücretler arasındaki makas çok hızlı kapanırsa ortaya bir kez daha emekgücü kıtlıkları çıkar. Dolayısıyla planlamanın bu süreçleri çok incelikli bir biçimde, her adımda olduğu gibi burada da toplumu işin içine katarak hareket etmesi gerekir.

Son olarak örgütlü bir toplum yaratma düsturuyla, işletmelerin yönetiminde sadelik arasındaki denge de bana göre geleceğin sosyalist kuruluş deneyimlerinin gündemine bir biçimde girecektir.

Bunların dışında hızlı kalkınma zorunluluğuna da kısaca değinmek isterim. Kalkınma, sosyalist kuruluş sürecinin ikincil bir belirleyenidir bana kalırsa. Ancak emperyalizm çağında, bu ikincil belirleyenin bir zorunluluk halini almayacağı koşulları tahayyül etmek mümkün değil. Dolayısıyla hızlı kalkınma sorunu da geleceğin sosyalist planlama deneyimlerinin öncelikli sorunları arasında yer almaya devam edecektir.

Çok bilindik bir argüman planlamanın ihtiyaçlar ve olanaklar arasında asla piyasa gibi bir ilişki kuramayacağı, dolayısıyla hep "verimsiz" olacağıdır. Senin çalışman bu konuda neler gösteriyor? Sovyet planlaması kapitalist piyasaya göre verimsiz miydi?

Öncelikle günümüzde kapitalizmin işleyişine bakan aklı başında bir burjuvanın bile piyasanın verimli olduğunu savunmayacağı görüşündeyim. Burjuva aklıyla dahi, piyasa "n tane" başka kurumun müdahalesine tabidir ve hiçbir kurum boşlukta var olmaz. Dolayısıyla piyasalar tekelleri üretir, toplumun değil, bir avuç asalağın çıkarlarını gözetmesi nedeniyle bu böyledir. Amaç toplumun ihtiyaçlarının karşılanması değil, maksimum kârın elde edilmesidir. Kâr maksimizasyonunun doğal sonucu sermayenin merkezileşmesi, tekelleşmesidir. Bu da burjuva aklıyla bile verimsizlik üretir, zira tekeller piyasada fiyat alıcısı değil, fiyatların belirleyicisidir.

Uzattım belki ama argümanın kendisinin, yani piyasaların daima verimli, sosyalist planlamanınsa daima verimsiz olduğu argümanının iler tutar bir tarafı yok. Çünkü en başta piyasalar verimli falan değil. İkincisi verimlilik her türlü iktisadi ülkünün önüne konulacak bir erdem de değil. Bu anlamda argümanı tersine çevirmek de, yani sosyalist planlama piyasaya göre her zaman daha verimlidir demek de bana göre çok anlamlı değil. Sosyalist planlama kendi ilkelerinden hareket eder. Verimlilik bunlardan bir tanesi olabilir de, olmayabilir de. Ama yoksulluğun ve işsizliğin ortadan kaldırılması, eşitsizliklerin aşılması, sömürünün yasaklanması, üretim araçlarının özel mülkiyetinin her türlüsüne son verilmesi mutlaka bu ilkeler arasındadır. Bu ilkelerin verimlilikle olabildiğince yan yana getirilmesi, sosyalist planlamanın başarısı sayılabilir yalnızca. Ama verimsizlik üretiyor diye insanın insan tarafından sömürülmesine kapı aralamayız. Sovyet deneyimi de bu açıdan yıkılana kadar iyi bir sınav vermiştir.

Tekrar kitaba dönelim istersen. Planlama ile kalkınma ya da sanayileşme arasında güçlü bir ilişki kuruyorsun kitabında. 20. yüzyıl tarihinde kapitalist kalkınma deneyimlerinde de planlamaya başvurulan çokça örnek var. Kalkınma için sosyalizm bir zorunluluk mu? Ya da, planlı kalkınma deneyimleri söz konusu olduğunda kapitalizm ile sosyalizm esasen benzerlik mi, farklılık mı gösteriyor?

Kapitalizm koşullarında planlı kalkınma deneyimleri, Sovyetler Birliği'nin var olduğu dünyada ortaya çıkmış bir arızadır. Sosyalizmin bu başlıktaki muazzam başarısı, kapitalizm koşullarında da kamu mülkiyetiyle özel mülkiyetin uzlaştırılabileceği yanılsamasına yol açmıştır. Planlama her şeyden önce kamu mülkiyeti anlamına gelir ve kamu mülkiyeti, özel mülkiyet karşısında savunmasızdır. Çünkü devlet, sınıflarüstü bir kurum değil, sınıflara ait bir kurumdur ve kapitalizm koşullarında devlet, burjuvazinin çıkarlarını temsil eder. Kamu mülkiyeti bu nedenle, burjuvazinin çıkarlarına halel getirmediği ölçüde genişleyebilir ancak. Dahası güçlü bir işçi sınıfı ağırlığının hissedilmediği koşullarda, burjuva çıkarları alabildiğine esnektir ve genişler.

Sovyetler Birliği sonrası dünyada da böyle olmuştur. Sosyalizmin kanlı canlı bir örnek olarak varlığını korumadığı, işçi sınıfının sınıflar mücadelesinde hızlı bir şekilde geri çekildiği koşullarda kamu mülkiyetinin alanı alabildiğine daralmış, geçmişte "doğal hak" gibi görünen mal ve hizmetler bile piyasa barbarlığının insafına kalmıştır.

Sosyalist planlamaysa her şeyden önce işçi sınıfının çıkarlarını savunur ve bu nedenle, işçi sınıfı toplumun çoğunluğunu oluşturduğu için, kamu mülkiyetine dayanır. Kamu mülkiyeti, özel mülkiyetle kesintisiz bir mücadele vererek ayakta kalabilir ve alanını genişletebilir. Ancak bu koşullarda iktisadi birimler arasında gerçekten bilimsel temellere dayanan bir planlamanın varlığından söz edilebilir.

Soruya dönecek olursak, evet, kesintisiz ve hızlı bir kalkınma için sosyalizm zorunludur.

Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluş sürecinde planlı kalkınma ile işin ve gündelik hayatın dönüşümü arasında çok güçlü bir ilişki olduğunu vurguluyorsun kitabında. Dilersen biraz bundan da bahsedelim. Sıradan bir Sovyet işçisinin hayatında planlamanın ne etkisi olmuştu?

Ben kitapta sosyalist planlamanın sorunlarını tartışmaya çalıştım. Bu nedenle Sovyet işçisinin gündelik hayatının nasıl dönüştüğünü dört başı mamur bir şekilde tahlil ettiğimi söyleyemem. Ancak sosyalist planlamanın sorunları bağlamında önemli gördüğüm bazı hususları not edebilirim. Bunların başında Sovyetler Birliği'nde altmışlı, yetmişli yıllara gelindiğinde son derece eğitimli bir işçi sınıfının ortaya çıkması var. Bu da bir çelişki üretiyor; daha eğitimli işçinin işten ve hayattan beklentileri haliyle eskisinden çok farklı. En başta eğitimli işçi açısından işin niteliği, özellikle eğitimiyle uyumlu yaratıcı iş beklentisi önem kazanıyor. Sovyetler Birliği'nin bu farklılıklara ayak uydurmaya çalıştığını gösteren ciddi çalışmalar var.

Bu dönüşüm, sence bugün bir işçi için halen arzu edilir midir?

Kuşkusuz. Günümüzde aldığı eğitimle, yaptığı iş arasında tatmin edici bir bağ kurabilen, yaptığı işin yaratacılığını geliştirdiğini düşünen kaç işçi var? Üstelik kapitalizm bu süreçleri de piyasalaştırdı. Hem örgün eğitim paralı ve çok eşitsiz bir uğraş halini aldı hem de okul sonrası eğitim, işçinin yeni nitelikler kazanma süreci, piyasanın değersizleştirme saldırısı karşısında alabildiğine korumasız bir hale getirildi. Parasız ve eşit eğitim alma hakkı da, aldığı eğitim hızla değersizleşmeden bunun üretimdeki karşılığını yaratma beklentisi de son derece insani taleplerdir ve bugün kapitalizm tarafından gasp edilmiştir.

Son soru: Aslında şu ana kadarki sohbetimizde de çeşitli biçimlerde değindik. Sence günümüzde yaşanacak yeni sosyalist kuruluş deneyleri, Sovyetler Birliği örneğindeki kadar "planlamacı" olacak ve olmalı mı? Malum, merkeziyetçi olmayan, işletmelerin daha özerk olduğu modeller de yaşandı tarihte ve halen savunuluyor. Bu konuda düşüncelerin neler?

Son kırk yıldır piyasacı terörün kasıp kavurduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu karanlıktan çıkışın tek yolu sosyalizm, sosyalist kuruluşun biricik silahı da planlamadır. Planlamanın başına çeşitli sıfatlar getirilebilir, ancak sosyalist planlama dediğimizde anlaşılması gereken merkezi planlamadır. Merkeziyetçilik örgütlü bir toplumu dışlamaz, aksine onu varsayar. Örgütlü toplumun iradesinin ekonomiye yansıtılmasını sağlayacak en güçlü mercek merkeziyetçiliktir. Üstelik bugün teknolojinin sunduğu olanaklar sosyalist planlamayı geçmişte olduğundan çok daha sarih bir biçimde örgütleme ve yönteme şansı da vermektedir. Gerçek zamanlı verilerle iktisadi işleyişe müdahale etmek, toplumun ihtiyaçlarının bilgisine ulaşmak, bir ülkenin bir ucundan diğerine ne olup bittiğini görmek mümkün. Bu olanaklar da varken neden daha plancı olmayalım?