Sömüren ve sömürülenlerin ilişkileri sömürenin hukuk ve yargı anlayışıyla çözülemez. Hukuk ve yargının geleceği bu bağımlılıktan kurtulmaya bağlı.
Anayasaya göre “bağımsız ve tarafsız”.
Liberaller özgürlükçü düzenin güvencesi olan hukuka üstünlük verip, sorun olursa yargının çözeceğini savunurlar ama onlara göre bireycilik, özel mülkiyet, özgür girişim, rekabetçi piyasa ve sözleşme özgürlüğü hukuktan üstündür; hukuk ve yargı bu düzeni korumak için biçimlendirilir.
Uzun süredir siyasi iktidarın ve muhalefetin buluşturulduğu yer de burası: Kaba ve basit hatlarda ayrı görüşler, tali yollar olacak ama ana yol ve hedef değişmeyecek. Düzene karşı olunmayacak, düzenle uyum içinde siyaset yapılacak, düzenin korunması ve istikrarı için çalışılacak. Artık klasikleşen deyişleriyle “aynı gemide” olunacak.
Yargı yetkisinin “bağımsız”lık ve 2017’de eklenen “tarafsız”lıkla nitelendirilmesinin anlamı tam da buraya oturuyor, sınıfsallığa.
“Tarafsız” nitelendirmesinin parlamenter rejimin işlevsizleştirilip önemsizleştirildiği, hızlı, kolay, egemen sınıfa göre etkin rejime geçildiği, Anayasanın bile uygulanmadığı, takdir hakkının keyfilik derecesinde uygulandığı, dinselliğin her yere yerleştirilerek hukuka seçenek yapıldığı bir dönemde eklenmesine dikkat çekerek devam edelim.
Soru çok…
Sınıflı toplumda, sömürücü düzende, toplumsal üretim araçlarının sermaye sınıfının elinde olduğu ekonomide, eşitsiz gelişme yasalarının içinde bir sonuç olarak “adalet” değil “adaletsizlik” varken, yargıdan nasıl bağımsız ve tarafsız olması bekleniyor? Hangi adalet bekleniyor?
Anayasal güvence altında olan “hak arama özgürlüğü” bile eşitçe kullanılamazken, halkın savunmanları susturulurken, “adil yargılanma hakkı” her yönden ihlal edilirken, bu konularda Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ihlal kararları uygulanmazken, soruşturma ve kovuşturma süreçleri eziyete ve masumiyet karinesi ihlaline dönüştürülürken, tutukluluk istisna olmaktan çıkarılıp ceza gibi kullanılırken hangi adaletten söz ediyoruz?
Kimilerine cezasızlık, kimilerine düşman ceza hukuk uygulanırken kimin adaletinden söz ediyoruz?
Egemen düzenin arabulucuları emekçi halkın arabulucularına baskınken, arabuluculuk alanları genişletilirken, dinsellik ve akilleri hukukun ve yargının yerine geçip dinsel davranışlarla çözüm ararken, her şey istedikleri gibi giderken yargının alanı neden daraltılıyor?
Yargının alanı daraltılırken Anayasa ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm veren, yargı etiği ilkelerini savunan, en ufak bir etki ve baskı altında kalmadan yargı yetkisini çağdaş ve bilimsel değerlerle kullanan yargı mensupları neden kıyımlarla, sürgünlerle, cezalarla karşı karşıya bırakılıyor?
Sermaye sınıfından, siyasi iktidardan, yasak olan tarikat ve cemaatlerden, laikliğin yok edilmesinden yana karar veren yargı mensupları neden ödüllendiriliyor?
Kapitalist düzen kendi anayasa ve hukukuna, uluslararası ilişkilerinin sözleşme ve kararlarına dahi dayanamıyor. Liberalizm açık ve net devrede. Özgürlükler yargıcı ve yargısı isteniyor. Piyasa için yargı, piyasalaştırılmış yargı isteniyor.
2010 Anayasa değişikliklerinden çok önce 12 Eylül 1980 darbesi ve 1982 Anayasası zaten düzen ve iktidar yanlısı yargıyı getirmişti. Ona dayanamayıp 2010’u, ona da dayanamayıp 2017’yi getirdiler.
Ancak konu hukuk ve yargıyla oynayan siyasetçilerle ya da siyasi partilerle sınırlı tutulacak kadar basit değil.
Yargıyı sürekli gündemde tutmanın ve başkalaştırmanın arka planı üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkilerle birlikte okunmalı. Emekçilerin hak arama savaşımlarını sınırlandıran, laiklik ilkesini yok sayan yargı, devletin içinde bir organ olarak, yetkisini egemen sermaye sınıfı ve siyasi temsilcileri için kullanıyor. Ne kendisini koruyabiliyor ne de adalet dağıtıyor.
Okullara imam atanmasının laikliğe aykırı olmadığını söyleyen Yargıtay kararı bu toplamın yansımalarından biri.
Emekçi halka bireysel birkaç olumlu kararla birlikte bu düzenle uyumlu olarak, dinsel yaşam tarzının da desteğiyle sömürülerek yaşamak bırakılıyor.
“Her üretim biçimi kendine özgü hukuku ve yönetim tipini yaratır” diyor ya Marx, yargı da bunun dışında değil. “Hukukun toplum tarihinden bağımsız bir tarihi yok” ki yargının olsun.
Yağma yok dediğimiz yerin içinde yargı, çürümüş düzenin gemisinde ve bağımlı.
Yargının yargılanması gereken alan düzen içi çelişkilerden yediği parçalı darbelerin altında nasıl eridiğinden çok düzenin büyük ana darbesinin içinde yer almasıdır. Yargılama “nasıl”la değil, “neden”le yapılmalıdır.
Bağımsızlık ulusal ve uluslararası alanda egemen sermaye sınıfının ekonomisine, siyasetine, mülkiyetine, ilişkilerine ve dinselliğe bağımlı olmamaktır. Liberallerin özel mülkiyete, piyasaya, girişimciliğe, sözleşmelere serbestlik dediği özgürlük bağımlılığın kaynağıdır.
Aydınlanmayı, akıl ve bilimi, eşitlik ve paylaşımcılığı, kamuculuğu çökerten kapitalizm gereksinim ve isteklerine göre hukuku, devleti ve içindeki yargıyı istediği kılıfa, kalıba sokuyor.
Sermayenin emek ve emekçiler üzerindeki denetimi, antikomünizm ve hukuk ilişkisi üzerine çalışılınca yargının etkisi, hak ve özgürlük anlayışı, eşitsiz hükümleri daha net görülüyor.
Sömüren ve sömürülenlerin ilişkileri sömürenin hukuk ve yargı anlayışıyla çözülemez. Hukuk ve yargının geleceği bu bağımlılıktan kurtulmaya bağlı.
Cumhuriyet devlet, hukuk ve yargıyı devrimleri arasına koydu yüzyıl önce. Bu doğru ama yüzyıllık süreci ve bugün gelinen yeri analiz etmeden, tartışmadan olmaz. Analiz hukuksuz ve yargısız toplum anlamına gelmez, çözümü bulma anlamına gelir.
Çözüm, liberal saldırıların ve sermayenin emeği ezme özgürlüğünün yok edilmesinin, emekçilerin sınıfsız sömürüsüz düzen için savaşımının içinde filizlenir.