Ama sonra susuyorum. Uzatmaları oynar gibi yapıyorum. Lafı dolandırıyorum. Gerekirse topu taca atıyorum. Hayhuya veriyorum ve selam verip yoluma gidiyorum. Yine de birkaç adımda kendimi tutamayıp dönüyorum ve sesleniyorum: Salgından sonra esas size çok iş düşecek!

Size çok iş düşecek!

Herkes böyle söylüyor. Bileni, bilmeyeni, yaşlısı, genci, sağlıkçısı, sağlıkçı olmayanı. Yani salgın geçtikten sonra herkesin “bozulan psikolojisi” için yardım arayacağını ima ediyorlar. Kiminle karşılaşsam aynı şeyi söylüyor. Bize çok iş düşecek! Sanki orası kesin. 

Yaşadığı sıkıntıyı yumuşatmak ya da iğnelemek için işi dalgaya vurup, “Müşteriniz artacak!” diyen de oluyor ama kamuda çalışmanın rahatlığıyla oradan da yırtıyoruz. Halen “hasta” görüyoruz. Tabii ki kimileri “hasta” dememize de uyuz oluyor. Danışan onlar, danışan! Öyle diyorlar, öyle dememizi istiyorlar. Olur, neden olmasın. Her şey olur. Piyasa bu, her şeyi değiştirir. İnsanın dili ne ki!

Ama işte bu aralar karşılaştığım herkes, “Size çok iş düşecek” diyor. Haklılar mı? Olabilirler. Tam bilemiyorum, içeriden dışarısını görmek bazen zor oluyor. Ve tabii ki zor zamanlar, zor duygular ortaya çıkarıyor. Bilim bunu söylüyor, açık ve net. Ama zor günler başımızdan ne zaman eksik oldu ki? Benim aklıma da bu soru geliyor.

Geride bıraktığımız hangi yıl kolaydı mesela? 2000’ler mi? Düşünüyorum… Bugünlerden bakınca hakikaten daha iyiymişiz. Nereden geldiğini bilmesek de bir para varmış mesela piyasada, herkese az biraz düşüyormuş ondan. Güzel aldırmazlık yılları! Avrupa hayalleri falan bayağı bir pembe dizi gibiymiş. Gözleri sağlam boyuyormuş o hayaller. Sağı bilemem ama soldan soldan acayip teorik çıkarımlar kasılıyormuş o pembiş siyasi pozisyonlar için mesela. Hey gidi günler, hey!

Sonrası ise mâlum. Yokuş aşağı iniş! 

Öyle mi?

Aklı olan yutmaz bunu, yani “Her şey iyi gidiyordu ama sonradan inişe geçtik” masalını. Yutmaz ve sorar: Öncesi çıkış mıydı? Bana sorarsanız pek değil. Hep iniş, hep! Yani yaşadığımız o yıllar, çıkarken bile hepimizi hep aşağıya indiren yıllardı. Yıldızımızın parladığı günler, yıllar değildi onlar. Alâkası olmadı!

Ama geldi, geçti. Sene oldu 2020!

İnsanın böyle tak diye söyleyince bir durası geliyor! 2020! Ne zaman geldik biz 2020’ye yahu? Uzak değil miydi? Ay üssü alfa gibi bir yıl değil miydi 2020? Başka, ulaşılmaz, kopuk değil miydi? 

Her şey bambaşka olacaktı 2020’de. İnsanlık bambaşka bir “uygarlık” seviyesine çıkacaktı. Sosyalizm falan geride kalmıştı da ama mesela uluslar/sınıflarüstü bir “iyilik” düzeni tesis edilmiş olacaktı! Kemiksiz rahatlık hali! Mesela ayda koloni kurulacaktı! Uçan arabalar falan olacaktı. Bir de “2020 Herkes İçin Sağlık Hedefleri” vardı ki! Sormayın. Evlere şenlik!

Neredeyse tüm eski dertler geride kalacaktı. 

Ne oldu?

Olanlar oldu. Son 20-30 yılda üssü aya değil ama depresyona, anksiyeteye, panik atağa kurduk. Artan teknoloji falan değil toplumsal eşitsizlik ve depresyon oldu. Üs falan kuramadık ama her ayağa, her zihne en az bir pranga vurduk. Daha doğrusu vurulmasını alık alık izledik, bekledik. “İkiz Kuleler 2000’lerin işaretiydi, Korona da 2020 sonrasındaki 20 yılın işareti” diyenler var. Haklılar mı yoksa?

Şimdi yeni 20 yılın ilk zor günlerini mi yaşıyoruz yani? Olabilir. Daha zorunu henüz yaşamadık ama salgın, korku, endişe ve eve kapanma birer işaret olarak görülebilir. Gelmekte olanın. 

Böylesini yaşamadık hakikaten. Filmini, filmlerini izlemiştik gerçi ama kendisini hiç yaşamamıştık. “Bir numara yokmuş bu koronada!” diyenler de var ama atipik günler yaşıyoruz işte. Anormal!

Öyle olunca da tüm bu zorlukların, endişenin ve belirsizliğin insanların zihin dünyasında bir karşılığı olsa gerek diye düşünüyor herkes. Sürekli endişelen, sürekli bekle, sürekli tedirgin ol, sürekli kısıtlan, evde kal, evde kalamıyorsan da “eskisi gibi” yaşayamama. Şöyle rahatça dışarıya çıkama, insanlarla bir araya geleme. “Şöyle bulaşmış, böyle olmuş” diye uzaktan korku hikâyeleri dinle. Söylenceler içinde kıvran dur! Evin içinde dört dön. İnternette takıl; asılsız haberleri izle, paylaş. Kendinden bile kuşkulan; bulabilirsen eline sürekli kolonya dök. Yıka, yıka, yıka! Kaygını yatıştırmak için kaygını arttıran her şeyi daha çok yap!

Ne derler? Bu haller akıllı insanı bile…

Aynen öyle!

Günler böyle geçiyor ve günler böyle geçince de herkes etrafına bakıyor ve çevresinde sadece “bunalan” insanlar görüyor. Herkes içindekini, kendi buhranını dışarıya yansıtıyor. Ona, buna, tanıdıklarına ve tanımadıklarına. Yansıt, kurtul! 

Ya da en azından herkes bunaldığını hissetse bile esas kendisinin değil de başkalarının yakında tırlatacağını düşünüyor. Ve karşılaşınca da “size çok iş düşecek” diyor.

Olur!

Gülümsüyorum genelde bu sözü duyunca. Bakışlarımı kaçırıyorum. Karşı duvara, bir başka yöne, yere falan bakıyorum. Bazen işi dalgaya da alıyoruz karşılıklı. Ama için için de sinirleniyorum, kızıyorum. “Çok bir şey beklemeyin bizden!” diye söyleniyorum kendi kendime. “Ruhsal sıkıntıyı nasıl da kolay bir şey sanıyorlar” diye kızıyorum. Sanki elimizde sihirli değnek var! 

Toplumsal yaşantının getirdiği dertlerin psikiyatrinin üstüne yıkılması gibi geliyor bu söz. İşin kolayını aramak gibi geliyor. Bir tür aldırmazlık hali. Güzel değil. “Arkadaş, meselenin özü nerede? Oraya baksanıza!” demek geçiyor içimden. “Bizi karıştırmayın!” diyesim geliyor.

Ama sonra susuyorum. Uzatmaları oynar gibi yapıyorum. Lafı dolandırıyorum. Gerekirse topu taca atıyorum. Hayhuya veriyorum ve selam verip yoluma gidiyorum.

Yine de birkaç adımda kendimi tutamayıp dönüyorum ve sesleniyorum: Salgından sonra esas size çok iş düşecek!