Nazi kamplarının yerini Akdeniz aldı: Göçmen soykırımından kurtulanlar nasıl yaşayan bir ölüye dönüştürüldü?
“Bugün, Sicilya açıklarında göçmenleri taşıyan bir tekne alabora oldu. Aralarında çocukların da bulunduğu toplam 250 kişi yaşamını yitirdi…”
Radyodan yükselen bu ses artık vicdanlarımızı harekete geçirmiyor. Kapitalizm kendi amaçları doğrultusunda yoluna devam ederken, milyonlarca yoksul için soykırım ve kitlesel trajediler sıradan hâle geliyor. Kendisini sınırın Avrupa tarafına atan milyonlar şanslı ve dilsiz. Hepsi korkunç bir yabancılaşmanın kıskacında sadece boşluğa bakıyor. Zorla kafese kapatılan bir goril ile insanın kaderi nasıl ortak olabilir? Artık ışık saçan o gözler kavuştuğu yeni dünyanın görece bolluğu içerisinde ferini yitirmiştir. Politika evlerine düşen bomba, politika kaybedilen hatıralar anlamına geldiği için siyaset bir daha konuşulmamak üzere tüm bu insanların yaşamından kapı dışarı edilmiştir.
Afrikalı, Afgan, Gürcü, Suriyeli ve Libyalı tüm bu insanlar İrlanda adasına nasıl geldiler? Bu sorunun muhatapları sizi genellikle tek kelimelik cevaplarla geçiştiriyor. ‘Yüzerek’ ya da ‘yürüyerek’…
‘Denizdeki Ateş’1 İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Filmin aldığı ödüllerden ziyade bize ne anlattığına odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu gerçekliğe odaklandığınızda insanlığın başına bela olan tüm o kitlesel kıyım aygıtının İkinci Dünya Savaşının sonunda paramparça edildiğine dair inancınızı kaybediyorsunuz. Ayrıca yeni buldukları bu yöntem delil bırakmıyor ve çok daha işlevsel görünüyor. Sicilya açıklarındaki Lampedusa adası bu trajediye her gün tanıklık ediyor. Filmin yönetmeni Rosi, adadaki değişimi gündelik hayat üzerinden gözler önüne seriyor. Milyonlar tekne bile denemeyecek araçlara bindirilerek ölüme sürüklenirken, insanlar tarafından kanıksanan bu trajedi gözleri kör, kulakları sağır etmeye devam ediyor. Küçücük teknelere doluşturulan yolcular birinci, ikinci ve üçüncü sınıf olarak konumlandırılıyor. Kısacası sınıfsal adaletsizlikten asla kaçamıyorsunuz. Görmezden geldiğiniz, yok saydığınız siyaset ve sınıfsal farklar sizi en zor anınızda takip etmeye devam ediyor. Üçüncü sınıf yolcular balık istifi, günlerce yolculuk yaptıkları için kendi pisliklerine ve mazota bulanıyorlar. Havasızlık, açlık, susuzluk ve deri yanığı neticesinde yavaş yavaş ve acı içerisinde ölüyorlar. Nazi soykırımının geride kaldığını düşünenler için tüm bu yaşananların pek bir anlamı yok. Zaten bu insanları acılar içinde ölüme sürükleyen de kendi hükümetleri değil; ‘İnsan kaçakçıları’.
Emperyalizm, savaş ihraç ettiği coğrafyaların insanlarını köleleştiriyor. Geçmişin kötü anıları olarak değerlendirilen ticaret gemilerinin yerini sözde gönüllü göçmenler almış durumda. Herkesin sorumluluktan kaçtığı ve tüm sorumluluğu hiçbir şeyi olmayan bu insanlara yükledikleri küresel bir çıldırma halinin ortasında yaşıyoruz. Geçmişte Amerika kıtasına gelene kadar ölen yüzlerce Afrikalının trajedisine şimdi, başka ulusların trajedilerini ekliyoruz. İşlenen suç ortadan kalkmak yerine kapsamını genişletiyor ve soykırım meşru bir kılığa bürünerek insanları benliğiyle, kişiliğiyle yok ediyor. Kıyının diğer tarafına geçenler hafızaları, dilleri ve tüm yaşam enerjileriyle iğdiş ediliyor. Birinci kuşak asla bütünleşemeyeceği toplumun şeklen gönüllü bir kölesine evriliyor. Amerika’nın büyük kentleri göç eden etmek zorunda kalan ya da zorla göç ettirilen insanların omuzlarında yükselmişti. Şimdi, Avrupa’nın merkezleri hakir gördükleri ve aşağıladıkları göçmenlerin kanıyla büyümeye devam ediyor.
İnancını kibrine katık eden Ortadoğu insanları tıpkı diğerleri gibi hafızasız ve dilsizler. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri gerçek bir eğitim asla alamamışlar. Yaşadıkları dünyayı sadece nefes aldıkları o kısacık andan ibaret olarak görüyorlar. Köleliği kanıksadıkları için ölümü de kanıksıyorlar. Peşlerini bırakmayan o inanç kibri bir piton yılanı gibi boğazlarına sarılıyor ve nefes almalarına engel oluyor. İçgüdü (Instinct) filminde Profesör Ethan Powell (Anthony Hopkins), gri büyük yaşlı gorilin kafesini beklenmedik bir anda açar. Bu gorili hayvanat bahçesine kendi getirmiştir. Umutları ve isteği artık tamamen kaybolmuş olan zavallı goril, kafese doğru yönelmeyi ve özgürlüğü aklının ucundan dahi geçirememektedir. Filmin bakış açısına göre şehirlere ve kapitalist sistemin kurallarına boyun eğmek zorunda olan modern insan da kafesteki goril gibidir.
Hiçbir trajedi kendiliğinden bir anda gelmemiştir. Tarihsel süreçlerden süzülerek insanlığa bir gerçeklik olarak kendini dayatan bu trajedilerin bir başlangıç noktası vardır. Nerede biteceğini söylemememiz ise oldukça zor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı sadece bir ülkede kapitalistlerin zaferi ya da hâkim ideolojik mantığa göre despotizmin yıkımı biçiminde yorumlanamaz. Kabul etmeliyiz ki bugün Avrupa da dahil olmak üzere bir nebze olsun işçi haklarına, ücretsiz eğitime ve sağlığa erişebiliyorsak bu Sovyetler Birliği sayesindeydi. Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyada artık bu kazanımlardan daha da uzak bir noktadayız. Yine Ortadoğu halklarının emperyalistler tarafından göçebe birer köleye dönüştürülmesinde Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesi yatmaktadır. Bu anlamda kapitalizmin tek bir ülkede alelade bir rejimi değiştirdiğini iddia etmek oldukça yanlış. Burjuvazi Bolşevik devrimi yüzünden ertelediği tüm o vahşet ve barbarlık programını eyleme geçirmiş durumda. Burjuvazinin bu ideolojik motivasyonunu nereden edindiğini merak eden okur, klasik iktisadın ünlü düşünürlerine bakıp rahatlıkla bir fikir edinebilir. Protestan papazı Robert Malthus (1766-1834), ‘Essay on the Principle Of Population (Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme/1798) adlı eserinde burjuvazinin yaratmak istediği dünyaya ilişkin önemli fikri ipuçları sunar. Malthus’a göre insanlar eşit olmamalı, yoksullara yardım edilmemeli ve yoksulların ölümleri için önleyici tedbirler alınmamalıdır. Malthus, eşitlikçi bir sistemin insanlığı felakete sürükleyeceğini iddia eder. Şimdi, bizlere oldukça vahşi görünen bu tezlerin tamamı zamanında doğal bir düzen olarak değerlendirilmiş ve ele alınmıştır. Bu mantığa göre milyonlarca insanın göç ederken vahşi bir biçimde ölmesi doğal ve gereklidir. Kısacası burjuvazi tüm dünyaya doğal düzen diye bir barbarlık ideolojisi dayatmaya çalışmaktadır.
Bugün, Akdeniz’in derinliklerinde hamile kadınlar, bebekler, çocuklar, yetişkin kadın ve erkekler derin bir sessizliğin içerisinde sonsuz bir uykuya yatıyorlar. Emperyalizm delilleri olmayan bir cinayet işlendiği için insanlığa karşı işlenen tüm bu suçların cezasız kalacağını düşünüyor. Bununla birlikte göç eden masum insanların dilsizliğinden güç alıyorlar. Kapı dışarı edilen tüm o acıları bir gazeteci olarak daha eve girmeden hissedebiliyorum. Dilini bilmediğim tüm bu Suriyeli ve Afgan mültecilerin gözlerinde tanık oldukları cinayetlerin karanlık yüzünü görebiliyorum. Dünyanın tanıklığında kapitalizm tarafından işlenen tüm bu cinayetleri Farsça bir deyim oldukça iyi bir biçimde özetliyor: ‘Vernem Nihaden’2.