Eğer Türkiye’de ilk ipi göğüsleyen olmayı başarırsak tek ülkede sosyalizmin üzerimize yüklediği bütün sorumluluğu almaya hazırız. Kendine yeterli bir ülkeyi kurarız.

Nasıl bir bağımsızlık?

Türkiye’de AKP iktidarına paralel olarak özellikle muhalefet tarafından sol ilkelerin aşındırıldığını biliyoruz. Emekçi sınıflara ait siyasete niteliğini veren karşılıklı bağlantı içindeki ilkeler kümesi hem birbirinden kopartılmaya hem değerleri aşındırılmaya çalışıldı.

Bu ilkelerin en başa yazılanlarından biri “bağımsızlık” olagelmiştir. 

Öyle ki sermaye sınıfı tarafından katledilen genç devrimcilerin, cellatları altlarındaki sandalyeyi tekmelemeden önceki son sözlerinden biri “Tam bağımsız Türkiye” idi.

Solu sol yapan laiklik, piyasa karşıtlığı, kamuculuk, emeğin örgütlülüğü, sosyal devlet, insanın insanı sömürüsünün sonlandırılması, toplumsal eşitlik gibi ilkelerin yanına yazılan bağımsızlığı olduğu kadar ele alalım.

Tersinden tanımlarsak, bağımlılık olgusu bir ulus devletin diğer ulusların sermaye sınıfları ve devletleri tarafından kendi çıkarlarına olacak şekilde yönlendirilmesi anlamına gelir. Tarihsel koşullara bağlı olarak değişmekle birlikte çoğu kez yerel egemen sınıfın emperyalist devletlerin işbirlikçisi olmasına dayanır, dolayısıyla kapitalist düzenin doğal olarak ürettiği bir olgudur.

Siyasi bağımlılık iktisadi bağımlılığı, iktisadi bağımlılık daha fazla siyasi bağımlılığı getirir.

Osmanlı bir yarı-sömürge ülke olarak tanımlanacak kadar bağımlı hale gelmiş bir devlet olduğu için Cumhuriyet’in kurucuları Türkiye’nin bağımsızlığına özendiler. Genç Cumhuriyet Osmanlı’nın dış borçlarını ödedi, yabancı yatırım almadı, kendi olanakları içinde sanayileşmesi için çabaladı.

Ancak giderek palazlanan sermaye sınıfı emperyalizme doğru çekildi, 2. Dünya Savaşı’ndan önce İngiliz emperyalizmi ile dirsek teması, sonrasında ise ABD emperyalizmiyle tam boy işbirlikçilik kendini gösterdi.

Dışarıdan siyasi-iktisadi etki için bilinen en iyi örnek, Türkiye sermaye sınıfı siyasi temsilcilerinin karayolu taşımacılığına yönlendirilmesidir. Oysa Türkiye’de Cumhuriyet kurucuları demiryolu politikasına öncelik vermişlerdi, çünkü bir ulusun kapitalist yolda gelişiminde demiryolu ağının önemini biliyorlardı. Üstelik Türkiye petrol açısından fakir bir ülkeydi.

Bu yönlendirmeden günümüze 70 yıl kadar zaman geçti, hala Türkiye’nin çoğu yerine demiryoluyla ulaşmak mümkün değil. Buna karşılık Türkiye petrol tekellerinin başlıca pazarı haline gelmiş durumda. Üstelik sermaye ihracı yoluyla otomotiv tekellerinin 9 büyük fabrikası Türkiye’de kuruldu ve Türkiye bu tekellerin pazarı haline geldi.

Otomotiv sermayesinin banka tekelleriyle kurduğu bağ sayesinde bu petrol fakiri ülkede neredeyse herkese otomobil sattılar. Bunun yarattığı çevre kirliliği, cari açığa katkısı ve en nihayet dış borç bir kısır döngü oluşturup bir yönlendirme aracı haline geldi.

Ve AKP ‘yerli araba ürettim’ diye aslında bir bağımlılık mekanizmasını ve felsefesini pekiştirmiş oldu.

Bu köşede çok işlediğimiz aşı üretimi de örnek olarak verilebilir. 1990’lara kadar kendi insan ve hayvan aşılarını üreten Türkiye bir yönlendirmeyle bu süreçte havlu attı ve aşı tekellerinin pazarı haline geldi. İlaç üretimi de aynı şekilde. Türkiye’nin tarım tekellerine bağımlı hale getirilmesinin hikâyesi de çok iyi biliniyor.

Böylece Türkiye emperyalist zincirde işbölümüne ve tüketim teşvikine, finans sermayesinin çıkarlarına bağlı olarak sürekli olarak cari açık veren, yani ürettiğinden fazlasını tüketen bir ülke haline geldi. Bağımlılık yaratan sermaye birikimi modeli bir kısır döngü ile daha fazla bağımlılık yarattı, Türkiye sıcak para ve dış borç bağımlısına dönüştü. Bu kısır döngü her seferinde emekçi halkın daha fazla sömürülmesiyle sonuçlandı.

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı denen şeyin de aslında o ülkenin uluslararası sermayeye bağlığından başka bir şey olmadığını çok iyi fark ettiğimiz günlerdeyiz. Sadece başına yabancı finans tekellerinin yöneticisinin getirilmiş olması bile fikir veriyor.

Biraz sonra “Nasıl bir bağımsızlık?” sorusunun yanıtını kavramak için bağımlılığın şu boyutuna da bakmamız gerekiyor.

Bugün dünyada hemen hiçbir sanayi ürünü olan nihai meta tek bir ülke ve bir fabrikada üretilmiyor. Ara ürünler sınırları geçerek üretim süreçlerine katılıyor. Ve Türkiye çok sayıda ara ürün üreterek ihraç ediyor, ancak üretimin bütünü nedir, nihai ürün nasıl oluşuyor, nasıl ve kimin için kullanılıyor, bunları ne Türkiye sermayesinin ne siyasilerinin bilmesi mümkün değil. Çünkü üretimin her bir aşaması başka bir kapitalist şirketin elinde. Sürecin tümünü yine büyük tekeller bir yere kadar kontrol altında tutuyorlar.

Dolayısıyla sınır tanımayan üretimin toplumsallaşması, süreçteki özel mülkiyet ve tekelci sermaye kontrolünün kendisi muazzam bir bağımlılık yaratıyor. Sadece üretimi değil, fiyat ve gümrük piyasasını, işçilerin nasıl yaşayacağını, ne tüketeceğimizi de belirliyorlar.

Şimdi soruya yanıt verebiliriz: Nasıl bir bağımsızlık?

Programımızda bağımsız olmak demek sermaye tahakkümünden üretimi, ticareti ve bankaları kurtarmaktır.

Bu bağımsızlık Türkiye’nin dünyadan izole olması anlamına mı geliyor?

Yanıtı içine girdiğimiz altüst oluş çağındaki koşullara bağlı.

Emperyalist zincirde zayıf halkalar, her ulusun devrimine kavuşması için aşılması gereken eşikler büyük bir değişkenlik içinde oluşuyor. 

Türkiye’de komünistler bu eşiği bu yüzyılda ilk geçen ulus olma konusunda bir iddia taşıyorlar. Tarihte bir ulusun yıldızının parladığı anlar olur, bu anlar sadece o ulusu, o halkı değil, bütün insanlığı ileriye taşıyan bir sıçramaya imza atmakla kendini gösterir.

Eğer Türkiye’de ilk ipi göğüsleyen olmayı başarırsak tek ülkede sosyalizmin üzerimize yüklediği bütün sorumluluğu almaya hazırız. Kendine yeterli bir ülkeyi kurarız.

Ancak altüst oluş çağı birçok ülkenin geçen yüzyılda yaşanandan daha gelişkin bir sosyalizme geçişine tanıklık edecektir.

Bu aşamaya gelindiğinde daha önce tekellerin kontrolündeki sınırları defalarca aşan üretim sürecinin bütünü farklı uluslardaki emekçilerin ortaklaşmış iradesi altına girecektir. Ortak bir merkezi planlama ile uluslararasında üretimin her noktası, neye ne kadar nerede gereksinim olduğu, üretenlerin nasıl yaşayacağı, nasıl sağlıklı olacakları, gerekli enerjinin nasıl temin edileceği, çevre kirleticilerin nasıl önleneceği ve tekrar sanayi ve tarım girdisi haline geleceği vb. akılcı bir şekilde kontrol edilecektir.

Bizim bağımsızlık anlayışımız sermayeden bağımsızlığa, emekçi sınıfların kontrolündeki modern, gelişkin ve uluslararası bir üretime dayanıyor.

Bunun kendisi eşitliği, laikliği, emekçilerin siyasallaşmasını ve örgütlülüğünü, bütün değerlerimizi yenden üreten bir dinamizm gösterecek.