Madem temsil etmiyorlar halkı, çare kendi kendini temsil etmenin yolunu bulmaktır. İkinci pencereden çağırmaya devam edeceğiz.

İki pencere

Bir tanesinden “gösterilenler” görülsün yalnızca; diğerinden yakın geleceği biçimlendirme potansiyeline sahip dinamikler… 

İlki çok kolay; açın televizyon haberlerini, en popüler tartışmaları izleyin. AKP’nin bu dönem halka ne kadar çektireceğine dair analizleri, göçmenlerin sınırları koşar gibi geçmesini, bir de tabii CHP’de olup bitenleri. Fazla kaptırırsanız, hayrını çok gördüğümüz malum masa on altı bacaklı olduğunda kimlerin hangi koltukları edineceğini, hangi tarikatın nereye yerleşeceğini falan konuşurken bulabilirsiniz kendinizi. 

Hayat bundan ibaret değil. Örneğin, asgari ücret yeni belirlendi. Onu görebilirsiniz pencereden. Bir kere aslında o artık ortalama ücret. Dikkat; ona talim edenlerin yanından bile geçemediği bir kapalı kapının ardında belirlenen rakamın, ilan edildiği tarihten elinize geçeceği güne kadar alım gücünden ne kadar kaybettiğini düşünmeye dalabilirsiniz. Gelecek yıl bir seçim daha olacağı için bu kayıpların yine de sınırlı kalacağını kestirmek için allame olmak gerekmiyor. “Seçim ekonomisi” denirdi eskiden. Şimdi ihya etmek değil, öldürmemek anlamına kullanılıyor. 

Keşke diyebilirsiniz, bir sonraki yıl yine seçim olsa. Ölmesek işte; daha ne dilenebilir ki? Anlaşılan AKP’nin kazanma umuduyla doğru orantılı biçimde emekçilerin daha az ezilme umudu var. Onlar kazanır kazanmaz, ama kazanma umudu veya bir diğer deyişle Türkiye’yi daha da karartma güçleri olduğu sürece size de daha az ezilme seçeneği düşüyor! Sıtmanın süreklileşmiş hali yani.

Baksanıza, bu ilk pencereden muhalefetin uzmanları da duyuluyor. Kılıçdaroğlu başkan olsaydı Merkez Bankası’nın anahtarını teslim alacağı bilinen kafalar, faiz artırımının neden daha yüksek olmadığına hayıflanıyorlar. Neymiş, ekonomi bir an önce soğutulmalıymış, sıkılaşmalıymışız… Düzene bakan pencereden bile ne demek istedikleri seçiliyor. Mehmet Şimşek’in deyimiyle “müteşebbis hürriyeti” ve piyasa rasyonalitesi sağ olsun, enflasyonu indirmek için sıkı para veya aynı kapıya çıkmak üzere işsizlik, yoksullukla terbiye halleri lazım… Gel de, Erdoğan’ın bu rasyonaliteyi ve hürriyeti “yahu seçime daralan ekonomiyle gidilir mi” diye diklenmesine kanma. Belki de Okyanus ötesinden Acemoğlu kalkıp gelmiş olsaydı işsiz tanıdıklarımızın sayısı artmaya başlamıştı bile! 

Sonra ekranlara dönün tekrar. Mutlaka yoksulların, emeğiyle geçinenlerin AKP’den neden kitlesel biçimde, geride enkazdan başka bir şey bırakmamacasına kopmadığını tartışan bir programa denk gelirsiniz. Neden acaba?

Hayat bunlardan ibaretse, bakabileceğiniz biricik pencere buysa durum hakikaten kötü…

Bir pencere daha var oysa. O pencereden sadece dışarıyı seyretmek yakışık almayacağı için, onu tercih etmek daha güç; kabul ediyorum. Oradan gördükleriniz seyirlik değil. Seyredeni dışarı çağırıyor. 

Örneğin Gezi’nin yıldönümünde… Yok; herkes İstiklal Caddesine gitmek durumunda değil. Hepimizi almaz zaten, Osmanlıca eski adının Türkçesi “Büyük Cadde” olsa da, sığmaz bütün çağrılılar. Aslında biliyorsunuz, değil mi? Biz milyonlarız! Demek ki, her sokak, her mahalle, hele semt evi de varsa yakında, her işyeri, her fabrika, hele Patronların Ensesindeyiz ağı oralardan geçiyorsa, bir buluşma noktası sayılır. 

Buluşmak… Haziran Direnişinin yıl dönümünde veya karanlık suratlı bir sendika başkanı asgari ücrette uzlaşma sağladıklarını müjdelediğinde. Asgari ücret daha elinize geçmeden artıştan fazlasına markette, okulda, eczanede, bayram ziyaretine “eli boş gitmeyelim” diye girdiğiniz bir dükkânda haciz konduğunda. Dolar yükselince her şeyin zamlanmasının kaçınılmaz olduğu ilan edildiğinde ve o zamlar karşınıza çıktığında. Patron hesabınıza yatan ücretin bir bölümünün elden iadesini beklerken… 

Diğer pencere seyretmek için değil, katılmak için. Birinci pencerenin seyircileri için depresyon garanti. Bizim pencereden bakmaksa rahatsız edici. Çünkü çocuğunuzun okuluna bir imamın atanmasına karşı sokağa çıkanlara sadece bakmak; olmuyor. 

“O kadar da değil.” Evet, tabii, daha fazlasını yapmışlığınız da var. Birkaç yıl önce bir zam dalgası elde avuçta ne varsa yutarken birkaç mahallede yürümüşlerdi sloganlarla. Camdan alkışlamıştınız. Haber videosunu izlemiş, birinden duymuştunuz: “Helal olsun”du. Hakkınızı savunanlar vardı. Onların hakkıyla sizinki aynıydı işte. Deprem bölgesinde kırmızı önlüklüler diyorlarmış! “Bizim çocuklar” da olur… İyi ki varlar. Tamam, ama alkışlanmak için mi varlar?

Hayır çağırıyoruz! Ama inanmak gerek önce. Bir sabah uyandığında bu karanlığın dağılıvereceğine değil. Piyango mu bu? 

Bizim pencereden görünenlerin yakın gelecekte hayatı biçimlendirecek bir potansiyel barındırdığına inanmak. İnanmak da uymadı. Aslında şöyle: Eğer ilk pencereden tumturaklı bir küfür sallayıp, diğerinden “bekleyin geliyorum” diye ses verirseniz, o potansiyelin görülmemiş bir kuvvete dönüşeceğini bilmek, öngörmek, belki de denemek! Bu anlamlarda inanmak. Bu kadar da olmaz’a inanmak. Ne kadarının olabileceğini beklememek. 

Ne bu Meclis? Türkiye orada temsil ediliyor olabilir mi? Asgari ücret ortalama olmuşken. İşsizliğin patlamasının yerel seçimin sonrasına ertelenme olasılığı, seçenekler arasında ehven olanken. Bunun bedelinin seçime kadar pahalılık, yoksulluk olduğu, bir faiz kararının etkisiyle üç kuruşluk ücret zammının, sorgusuz sualsiz geri alınacağı biliniyorken… Sandığı beklemek mi istersiniz, yoksa CHP Kurultayını mı? 

Madem temsil etmiyorlar halkı, çare kendi kendini temsil etmenin yolunu bulmaktır. İkinci pencereden çağırmaya devam edeceğiz. Gelmeyenlerin kapılarını çalmaya, kollarına girmeye, gözlerinin içine bakmaya…