Yurttaşlık bu düzene fazla geldi. Ama yalnız Türkiye’de değil, dünyanın neredeyse her yerinde.

Erdoğan’ın renk korkusu

Erdoğan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun toplandığı salondaki gökkuşağı renklerini görüyor ve rahatsız oluyor.

ABD’ye ders öğretme fırsatını yakalar yakalamaz konuşuyor: Dünyada aile kurumunun ne kadar önem kazandığından başlıyor, LGBT’cilikle devam ediyor ve “kendinize çeki düzen verin” ile bitiriyor.

Sonrasında BM diplomatları Erdoğan’ın salondaki 17 rengi yanlış anladığını, bunların BM’nin farklı kalkınma hedeflerini temsil ettiğini söylemiş. Ama bir önemi yok. Çünkü Erdoğan’ın renk korkusunun kaynağı aslında başka.

Elbette, Erdoğan’ın ve yetiştiği geleneğin laiklik düşmanlığı temel mesele. Bu gelenek, Türkiye’nin aslen Cumhuriyet ile birlikte tanıştığı yurttaşlığı bitirmek, yerine tarikatlardan aşina oldukları değerler sistemini geçirmek istedi.

Yurttaşlık ve belki “militan yurttaşlık” bu düzenin taşıyamayacağı kadar zahmetli ve riskliydi. Çünkü birey olabilmenin, sorumlulukla yüklenmenin ve insan olarak olgunlaşabilmenin yegane yeriydi yurttaşlık. 

Yurttaşlık aydınlanmak demekti. Devrimin değerleri başka türlü yerleşemezdi. Aydınlanmak için özgürleşmek gerekirdi. Laiklik bunun önündeki engelleri kaldırmak için olmazsa olmazdı. Türkiye’nin insanı kendi değerini görmeye başladığında elbette daha fazlasını isteyecekti. Çünkü bu aynı zamanda bir hak ve emek mücadelesiydi, eşitlik ve adalet kavgasıydı.

Yurttaşlık bu düzene fazla geldi. Ama yalnız Türkiye’de değil, dünyanın neredeyse her yerinde.

ABD’nin Philadelphia şehrinin sokakları uyuşturucu bağımlılarıyla dolu. San Fransisco’da insanlar arabalarının camları kırılmasın diye kapılarını hırsızlara açık bırakıp gidiyor. Her gün bir silahlı baskın, şiddet ve “sapkınlık”… Dünyanın en güçlü ekonomisinin yurttaşına layık gördüğü görüntüler bunlar. Birçoğu işten ve evden atılmış, bir kısmı akıl sağlığı sorunu çeken, bir kısmı ise özetle “tutunamamış” insanlardan ibaret.

Herkesin kendi bacağından asıldığı, kendi silahıyla güvenliğini aldığı, küçük korunaklı alanını yaşamaya ve yaşatmaya itildiği bir dünya bu. Ama kimsenin Amerikan devletinin güçsüzlüğünden ve yetersizliğinden bahsetmeye hakkı yok. Çünkü Amerikan sistemi bireyciliğin en tipik örneğini her alanda gösteriyor. Kent ve konut planlamasından otomobil sanayisine ve sağlık sistemine kadar düzenin her anında bireyin kendini kollaması “özgürlüğü” var.

Büyük ülkede komünizm tehdidini, sendikaların gücünü, siyahilerin hak mücadelesini ve özetle insanların bir araya gelişini başka türlü engelleyemezlerdi. Bu sistem gücünü emperyalliğinden ve liberalizminden almıştı. Yani toplum olma bilincini bitiren şey bizim burada Akdeniz ülkelerine ithaf edildiği şekliyle “fazla samimiyet” değildi.

Yurttaşlığın gereksindiği ve ortaya çıkardığı muazzam değişimdi korkulan.

Bu değişimin en açık sonuçlarını 1789 Fransız Devrimi’nde görmüştük. Değişim ve değiştirme düşüncesinin önce Avrupa ve sonra bütün dünya için yarattığı etki geri döndürülemez olmuştu.

Değişimin hızına ve aslında gerçek adıyla devrim düşüncesine duyulan korku Edmund Burke’den Tocqueville’e ve Carl Schmitt’e uzanan geniş bir liberal, muhafazakar toplama kalem oynattırmak zorunda kalmıştı.

Değişim fikri, düzen, istikrar ve reform düşüncesinin içerisine ustalıkla yerleştirildi. Liberalizm-muhafazakarlık ikilisi türlü sol ve sağ biçimleriyle bu süreci yönetmenin mekanizmasını oluşturdu.

Nerede bu düzenin adaletsizliğinden ve eşitsizliğinden güç alan kavga konuları varsa önce üzerine liberalizmle gidildi ve sonra muhafazakarlıkla. Bize de bu saçma ama etkili mekanizmanın ürünlerini tenis maçı izler gibi Netflix’ten takip etmek düştü.

Bugün, “bu kadarı da olmaz” denilen her şey ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de ve AB ülkelerinde de gerçekleşiyor. Ancak söz konusu ahlaksızlığın ya da daha doğru ifade ile değerler sorununun kaynağında “aile yapısının bozulması” veya Erdoğan’ın ifadesiyle “sapkın akımlar”ın güçlenmesi yok.

Bahsi geçen “aile yapısı”nın geçmişini ve bugününü biliyoruz. Sömürünün, şiddetin, travmanın konuşulmasını, ortadan kaldırılmasını engellemekten başka bir işe yaramadı onların kafalarındaki aile. Ve aile, uzunca bir zamandır, yaşamlarını idame ettirebilmek için aynı çatı altında yaşamak zorunda olan yoksullardan oluşuyor.

Bunu “muhafaza” etmedikleri sürece bütün çatının üzerlerine yıkılacağının farkındalar. Çünkü insanı küçük düşüren, yalnız bırakan çürümüş değerler kendi zıttını da yaratıyor. Çünkü toplum denilen mekanizmayı gerçek anlamda yöneten şey yasalar ve buyruklar değil, işte bu etik değerler sistemi.

O halde “değişim” içi boşaltılana kadar liberalize edilmeli, renklendirilmeli ve normalleştirilmeli ki muhafazakarlığın doğumu müjdelensin.

Örnek olsun, iki dünya savaşı arası dönemde Weimar Cumhuriyeti’ne duyulan umutsuzluk ve alerji, sağıyla soluyla neredeyse her unsurun bu liberal çıkmaza saplanmasının ürünü olmuştu. Buradan kurtuluşun radikal bir çıkış gerektirdiğini görmeleri, Bolşevizm bunu bütün dünyaya göstermişken, pek de zor değildi. Nazizm, geçmişe götüren radikal bir değişim vadetmişti. Bu yeniliğin yanında Hitler’in vejeteryanlığı ve hayvan sevgisi önemsiz bir ayrıntıydı…

“Bütün bu yenilik ve özgürlükle acaba fazla mı ileri gittik” düşüncesi kendi kendine ortaya çıkmış bir düşünce değildir. “Renk korkusu”nu üretenlerin dünyayı renge boğanlar olduğunu hiç değilse Berlin Duvarı’ndan beri biliyoruz.

Bu yüzden Erdoğan gittiği her yerde, olmasa bile o renkleri görecek. Bu yüzden baktıkları her yerde toplumun huzurunu bozanları görecekler. Ama her zaman da “huzur bozanlar”a ihtiyaç duyacaklar. Çünkü konuşma olanağı elde edecekler. Sesleri çok çıkacak ki kendi ahlaksızlıkları konuşulmasın ve bu sömürü düzeni yoluna devam etsin.

İnsanı bu küçüklükten, bu yalnızlık ve çaresizlikten kurtarmak için yeni bir toplumun ve “yurttaş”ın yaratılması kaçınılmaz. Bunun tek yoluysa yüzyıllardan beri aynı: gerçek ve devrimci bir dönüşüm.