Hava sabahtan yağmurluydu. Kaldırımlar ıslak; kapalı bir Ankara havası var. Olgunlar'da buluşalım dedim Yusuf Şaylan'a. Karşımızda eskiden sahaflar çarşısı olan küçük dükkanları gören bir kafeye oturuyoruz. Eskiden börekçiydi burası. Şimdilerde farklı bir markanın kahveci dükkanı olmuş.
Yusuf ağabey erken geliyor. Oysa bende biriken işler henüz bitmiş değil. Elinde kocaman bir bez torba içi dolu kitap gülümseyerek giriyor içeri. Bendeki işlerin bitmediğini masanın dağınıklığından anlayarak "Hava tertemiz, ben azıcık dışarda oturayım sen de elindeki işleri toparla" diyor. Çıkarken de garsona ıhlamur soruyor.
Sırtını sokağa dayamış Ankara'daki meşhur Madenci Heykeli'nin peşi sıra dizilen kitapçıların olduğu bir sokak Olgunlar. Şimdilerde birçok örneği gibi sadece ders kitapları satarak ayakta kalabiliyor. Oysa bir zamanların en müstesna kitaplarının bulunabileceği üç beş çarşıdan biriydi burası. Yusuf ağabeyin yanına geçiyorum hemen işleri hafifletip. "Haydi ben hazırım" deyince "Dışarısı biraz serin içerde oturalım" diyor. Henüz ıhlamuru gelmemiş. Ihlamuru da alıp üst katta sakin bir yere geçiyoruz.
"Olgunlar 90'ların başında parlayan bir yıldız gibiydi. Mesela Külüstür Turgut vardı burada. Buranın iyi sahaflarındandı. Sonra biri daha vardı. Dur onu Cevat bilir" deyip telefona sarılıyor. Azıcık istişare ediyorlar, sohbette birkaç isim daha telafuz ediliyor ve ekliyor, "Sonra mesela Topal Selim. Sen bilirsin ya Selim'i. Hala Kızılırmak'ta, Kızılırmak Sineması'nın hemen önünde ya da az ilerisinde tezgahını yere seren arkadaş yok mu? İşte o Topal Selim. Çok eski sahaftır o da. Şimdilerde Mehmet Tataroğlu kaldı herhalde burada en eskilerden" diyor. Ihlamuru demlenmiş, fincanına dolduruyor anlatırken.
Bir çuval kitapla gelmiş nerdeyse Yusuf Şaylan yine. Bu sefer mevzu yine derin. Türkiye'den Ekim Devrimi'ne yazılmış bir romanı konuşacağız. "Yahu bu kadar kitapla mı dolaşıyorsun sabahtan beri. Yorulmadın mı?" diye sorunca gülümsüyor. "Koyuna kuyruğu kendine yük olmazmış" diyor gülerek. Bir göz işareti yapıyor.
Başlıyoruz.
'Okunmaktan yıpranmıştı kitap'
Orhan İyiler'in Birgün Bile Yaşamak romanı Türk edebiyatının belki de en ilginç örneklerinden biri. Ekim Devrimi'ni anlatan bu roman aynı zamanda akıllara "Devrimi birebir yaşamamış bir insan nasıl böyle sahici bir roman yazabilir?" sorusunu getiriyor. Sorudaki "sahici" kelimesi Yusuf ağabeyden emanet tabii.
"O kadar çok okumuşum ki bu kitabı bir ara yıpranmış, kapağı falan dağılmıştı. Eksen Yayınları'ndan çıkmış bendeki baskısı. Kızıl Bayrak Dergisi çevresinin yayıneviydi hafızam yanıltmıyorsa eğer. Güzel kitapları vardı bu yayınevinin. Ama garip olan şey ne biliyor musun? Bu kitap için de internette doğru düzgün bir şey bulamadım. Böylesi önemli kitaplar için hiçbir şey yazılmamış olmasını aklım almıyor" diyor. Biraz öfkeleniyor bir yandan.
'Bir ilginç adam İyiler'
Kitabın yazarı Orhan İyiler'e geliyor söz.
"Kurgu yeteneğinin iyi olduğunu yekten söyleyebilirim. Çok ilginç biridir Orhan Abi, Donanımlı, entelektüel ve etkileyici biriydi diyebilirim. Sadece bu kitabı da değil. Öldükleriyle Kalmadılar, Danilov Manastırı'nın Çanları, Devrimci Ado'nun Ölümsüzler Katında Yargılanması, akla gelen ilk kitapları olabilir. Özellikle Devrimci Ado'nun kurgusu yine muhteşemdir. Öldükleriyle Kalmadılar kitabı da Sinan Cemgil'i ve dönemini anlatır. Orhan abi, Sinan'ın anne ve babasıyla iyi arkadaştı. Nevi şahsına münhasır bir aydındır İyiler. Adnan Cemgil ve Nazife hanımla da aralarının iyi olması Cemgil'i anlatırken birebir sayılabilecek kaynaklara temas etmesini sağlamış. Çok içten bir kitaptır o da. Mesela Nazife Hanım'ın Sinan'ın Nurhak'ta öldürüldükten sonra köylülere yaptığı bir konuşma vardır. Orhan İyiler bunun tanıklarındandır. Romanda da geçiyordu yanlış hatırlamıyorsam o bölümler. Sonra Gelenek Dergisi'nde de Süleyman Demirel'e yazdığı bir mektupla konuk olmuştu Orhan Abi. Bir dönem çoğumuzun hatırasında yeri vardır. Orhan İyiler'i bilmeli okumalı herkes" diye anlatıyor Yusuf Şaylan.
'Devrimi, Türkiyeli bir yazarın kaleminden okumanın keyfi'
Kitabı kendi yazsa belki de bu kadar mutlu olurdu Şaylan. Kendi yazmış ve kendi üretmiş gibi heyecanlı kitabı anlatırken.
"Ekim Devrimini anlatıyor roman. Sanki yaşamışçasına. 1917 Şubat'ından Ekim ayına giden o süreçteki devrimci dönemi anlatıyor. Bizler de bu sayede Türkiyeli bir yazarın kaleminden devrimi okumanın keyfini paylaşıyoruz. Adeta yaşıyorsun kitabı okurken. Orhan Abi muhtemelen ileri düzeyde dil biliyordu. Yoksa yazdığı bazı şeylerin ayrıntılarını o dönem bilmesinin başka açıklaması yok. Olanaklar ve kaynaklar bu kadar gelişkin değildi çünkü.
Mesela Gurkiyeviç karakterinin, kitabın 158. sayfasında Bolşeviklere dair anlattığı şeyler gerçekten okunması gereken ayrıntılarla dolu bir bölüm. Bir de sadece 1917 yılı değil. Roman 1905 olaylarını da ele alıyor anlatısında. Roman Vyborgsky'de geçiyor. Anlatıcı için ise bir adada başlıyor hikaye. Vyborgsky tam bir işçi gettosu o zamanlar. Petersburg'ta bir işçi yerleşimi. Bizim Ankara'da Sincan gibi düşün" diyor.
Kitapta aynı zamanda tarihi birçok konu hakkında da ayrıntılı diyaloglar yer alıyor. Toprak ağalarıyla köylüler, Bolşeviklerle Narodnikler arasındaki ayrımlar ve benzerlikler, sonra Lenin ve Jakobenizm gibi konular kitapta karakterlerin sohbetleri esnasında, yazarın anlattığı ve tartıştığı konular arasında yer alıyor.
'Yoksulların adını zenginlerin yanında anımsamaktan korkan bir kahraman: Adını kirletecekmişim gibi geliyor'
Roman'da çarpıcı birçok anektod var. Herhalde en ilginç olanlardan bir tanesi 215. sayfada geçiyor.
O dönemler Petersburg'da buğdayı ve rublesi olan birinin elde edemeyeceği bir şey yok. Gulaglar ise her ikisine de sahip. Şehirde zevk sefa içinde yiyip, içip eğleniyorlar. İşte böylesine kurulan sofraların birinde çalışan bir yoksulun aklına sevdiği insanlar, kardeşleri ve arkadaşları geliyor.
"Birden kardeşlerim geliyor gözümün önüne. Özellikle yanlarından ayrıldığımda tıpış tıpış yürümeye çabalayan küçük kız kardeşim Nataşa...şimdi sanırım yedi yaşındadır. Onu sormak istiyorum. Nataşa'yı kirletecekmişim, böyle bir yerde onuruyla oynayacakmışım gibi adını yutkunuyorum boğazımda" diyor romanın kahramanı.
Bu döneme dair neler okunabilir sorusuyla ek seçenekleri sıralıyor Yusuf Şaylan. Mavi Defter'i yazıyor başa. Sonra Yazılama Yayınevi'nden de çıkan Ekim Fırtınası öykülerinden bahsediyor. Kendisinde olan baskısı Bilim Yayınları'ndan. Sarı sayfalarıyla bir sahaf kitabı. Yine Yazılama'dan 1917'ye Girerken kitabı ve Yordam'dan Bolşevikler İktidara Geliyor, Troçki'den Ekim Devrimi ve Sovyet Zaferi ile Tony Clif'in Lenin kitabını yanında getirmiş Şaylan.
"Yalçın Küçük'ün bir cerrah benzetmesi vardı Troçki için.
Troçki bir cerrah gibi usta. En kritik esnada devreye giren ve en kritik müdahaleyi yaparak hastayı kurtaran birine benziyor. Devrimci dönemlerde böyle biri. Ama sonrasında elindeki neşteri bırakıp yerine piposunu alarak devrimi izlemeye koyuluyor gibi. Sorun da orada başlıyor sanırım. Ama Troçki'nin devrim için verdiği emekleri yok sayamaz kimse. O yüzden devrimci dönemi anlamak için okumalara onu da dahil ettim" diyor Yusuf Şaylan.
"Kitap için bu kadarı kafi" diyor. Ben de aynı kanaati paylaşıyorum. Zira anlatılan hiçbir kitap onu okuma isteğinin önüne geçecek ayrıntılara girmemeli diye düşünüyorum.
Birgün bile yaşamak romanı için de öyle.
Kafeden ayrılıyoruz. Yusuf abi yıllardır görüşmediği Avrupa'dan gelen bir dostuyla görüşmek için ayrılıyor yanımdan. Kitaplarda aklım kaldı. "Alayım istersen ağırdır şimdi" diyorum. Gülüyor. "Yok yok. Ağır gelmez bana kitaplar. Vermem" diyor gülerek.
Haftaya Türk edebiyatından yine ilginç bir anlatıyla devam edeceğiz diye sözleşiyoruz. Yusuf ağabey Konur Sokak'tan ayrılarak Sakarya Caddesi'ne doğru adımlıyor kaldırımları.