Avrupa siyasetinde ‘merkez’ dağılırken: Çipras mı daha solcu, Le Pen mi?

Avrupa’da Brexit ve Trump şokundan sonra yapılan ilk seçimlerde, “ılımlılar”ın “aşırı sağcılar” karşısındaki zaferi, her ne hikmetse her türden “solcu” ile merkezî Almanya siyasetini rahatlattı. Oysa, görünen o ki Avrupa siyasetinde merkez dağılmış durumda.

Erman Çete

Avrupa’da yükselen “popülizm”, önce Britanya’nın AB’den çıkış kararı (“Brexit”) almasıyla taçlandı, sonra da Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesiyle yeni bir evreye girdi. Avrupa ve ABD’deki liberal-demokrat yayınlara bakılırsa, Trump ile Avrupa sağı arasındaki ilişki sanıldığından da derindi. Başta Avrupa olmak üzere, dünya yeni bir “aşırılık” uçurumuna yuvarlanmak üzereydi.

Batılı liberal düzenin tam da bu nedenle Hollanda’daki seçim sonuçlarını büyük bir memnuniyetle karşılamasına şaşırılmamalı. Öyle ya, “merkez sağ”daki Rutte ve partisi, ırkçı, İslam ve göçmen düşmanı, AB’den çıkma yanlısı Wilders’in partisini geride bırakmış, dahası Hollanda’daki partiler Wilders ile koalisyona yanaşmayacaklarını açıklamıştı.  Tam da bu nedenle, AB'nin şu andaki motor gücü olan Federal Almanya Şansölyesi Angela Merkel, seçim sonuçlarının "hayli Avrupa yanlısı net bir sinyal" vermesinden duyduğu sevinci gizlemedi.

Fransa'da Le Pen'e karşı yarışacak olan "merkez" aday Emmanuel Macron da, Rutte'nin galibiyetinin, "aşırı sağın zaferinin önceden belirlenmiş bir sonuç olmadığını" gösterdiğini ve "ilericilerin momentum kazandığını" ileri sürdü.

Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande'a göre, seçim sonuçları "aşırıcılığa karşı net bir zafer" iken, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker'e göre, "birçokları için bir ilham."

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault ise, Hollanda halkını "aşırı sağı durdurduğu için" tebrik etti.

DAĞILAN MERKEZ

Ancak liberallerle, şimdilerde daha çok onların eteklerine sığınan demokratların, sosyal demokratların ve solcuların neye sevindiklerini anlamak pek mümkün değil.

Hollanda örneğine bakalım. Hollanda’da ilk üç parti, “merkez sağ” Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi (VVD); faşist Özgürlük Partisi (PVV) ve yine sağcı Hıristiyan Demokratlar (CDA). VVD’nin daha önceki iktidar ortaklarından İşçi Partisi ise dramatik bir kayıp yaşayarak, 38 milletvekilinden 9 milletvekiline düştü.

Daha dikkat çekici olan ise, seçim kampanyası boyunca ırkçı Wilders ile yarışan Başbakan Rutte ile muhafazakâr CDA’nın, Wilders’in göçmen karşıtı programını kendi programlarına dahil etmiş olmaları. Yani Hollanda’da “merkez siyaset”, kendi ayarlarını ırkçı partiye göre yapmaya başladı. Batılı liberallerin sevindiği, bu.

Benzer bir durum bu sene içerisinde seçimlere gidecek Fransa ve Almanya için de geçerli. Cumhurbaşkanlığı yarışında Macron’un karşısına çıkacak proto-faşist Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen, Avrupa’daki diğer sağcı-popülist liderlerle olan yakınlığını gizlemiyor. Rusya ile işbirliği, Suriye’deki savaşı durdurma ve kemer sıkma politikalarına karşıtlıkla birlikte göçmen düşmanlığını da yükselten Le Pen’in Macron’a karşı kaybedeceği tahmin ediliyor.

Ama kaybetmesinin bir önemi var mı?

Almanya’da Merkel’in karşısına çıkacağı iddia edilen Almanya için Alternatif’in (AfD) de yarışı kazanamayacağı açık. Üstelik “Özgür Batı”nın lideri olarak lanse edilen Angela Merkel’in gerçek rakibi, bir başka “kurulu düzen” partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) oybirliği ile başbakan adayı olan Martin Schulz.

Çok değil, bir yıl önce, “göçmenlerin anası” ilân edilen Merkel’in mahut Dublin Anlaşması’nı sandıktan çıkartıp Türkiye ile bir göçmen geri gönderim anlaşmasına imza atmasına şaşmamalı. Macaristan’ın sağcı-popülist liderinin ülkede göçmen kampları kurmasına gürültü kopartanların, Merkel’in göçmenleri benzer bir kadere mahkûm etmesine ses çıkartmaması, Almanya’nın liberal solcuların yeni kâbesi olmasıyla ilgili sayılmalıdır.

Ancak Alman Avrupa İlişkileri Bakanı Michael Roth, Almanya Avrupası’nın “popülist dalga” karşısındaki çıkmazını özetliyor: Roth, popülizmden çıkış için, çevre Avrupa ülkelerine yönelik Alman mali ve siyasi baskısını merkeze doğru kaydırmayı öneriyor. Hedefinde Fransa var. Macron’un seçimleri kazanmasını ve sonrasında “reformlara hız vermesini” istiyor. Alman politikacıların ve bürokratların dilinde bu, Avrupa’daki Alman mali mengenesini daha da sıkıştırmak oluyor. Daha Türkçesi, kemer sıkmaya devam edin demek.

Bununla birlikte Roth, mengeneyi sıktıkça olabilecekleri de görüyor ve ekliyor: AB'nin özellikle sert bütçe kurallarını yeniden düşünmesi gerektiğini kaydederek, "Siyasi maliyetleri akılda tutmalıyız. Eğer sonunda, bizim de sorumlu olduğumuz Avrupa siyaseti Marine Le Pen'i cumhurbaşkanlığına getirecekse, bunu [bütçe tedbirlerini kastediyor] desteklemememiz gerektiğini düşünüyorum" dedi.

Hem öyle, hem böyle siyaseti tutmuyor. Kurulu düzeni tehdit ettiği varsayılan sağcı-popülistleri düzenin kendisini oraya kaydırarak yatıştırmaya çalışanlar, bir yandan da aynı mali politikaları olduğu gibi devam ettirmeyi umuyor. Dağılan "merkez", bir yandan emekçilerin boğazına çökerken bir yandan da faşistleri kucaklamak istiyor. Eski merkez, yani liberalizm ve kemer sıkma politikası, tam tamına sağcılık.

Bunun, Avrupa siyasetini sağda yeniden yapılandırmak olduğunu görmemek mümkün mü? Liberalizm-sağ popülizm kırması bu yeni merkezde, “sol”a yer olduğunu düşünmek ise ahmaklık bile değil. Birazdan oraya da geleceğiz.

TRUMP AVRUPALI SAĞCILARA İYİ GELMEDİ Mİ?

Trump’ın başkanlıktaki performansının Avrupa sağına iyi gelmediği tezi de, Avrupa siyasetindeki kırılmanın yok sayıldığı, liberal kurulu düzenin olduğu gibi devam ettiğini ve krizsiz bir Avrupa’nın yoluna devam ettiğini varsayan bir akıl yürütmenin ürünü.

The Atlantic’te yazan David A. Graham da, Hollanda seçimlerinde Wilders’in aldığı oya bakarak bu sonuca varanlardan. “Popülist dalganın ölümünü ilân etmek için erken” diye itiraf ediyor Graham, fakat Trump’ın Avrupa sağına beklenen itkiyi vermediğini ileri sürüyor.

Ancak Rutte’nin de göç konusunda pek de “güvercin” sayılmayacağını da belirtmek zorunda hissediyor yazar.

Bu tip bir iddia daha önce CNN’de yazan David A. Andelman tarafından da dile getirilmişti. Şubat başı gibi erken bir tarihte “Trump, Avrupa popülizminin parçalanmasına mı neden oluyor?” diye soran yazar, ABD Başkanı’nın göçmen düşmanı, Putin yanlısı söylemlerinin özellikle Fransa’da Marine Le Pen’in etkisini azalttığını ileri sürüyordu.

Burada, sürecin çift taraflı işlediği akılda tutulmalı. “Merkez” ile mesafeleri kapanan “aşırı sağcılar”, örneğin artık Avro bölgesinden çıkılmasını savunmuyor olabilirler. Le Pen örneğinde bu açık, ama aynı Le Pen, ulusal para biriminin restore edilmesini önererek, politikasını uyarlamayı beceriyor. Belki Le Pen artık NATO’dan tam çıkışı savunmuyor, ancak “ulusal savunma”yı ve askeri harcamalarda artışı politik programına koyabiliyor.

Üstelik, Rusya ile ilişkiler düşünüldüğünde, Batılı tekellerin “Avrasya açılımı”ndan vazgeçeceğine ilişkin bir emare bulunmuyor. Çin Halk Cumhuriyeti’ni çevrelerken Rusya ile bir dengeye oturmak; yeni emperyalist politika kabaca budur. Bu politika başarılı olur ya da olmaz, ayrı bir konu; ancak Batı siyasetinin bu eksende yeniden yapılandırılması kaçınılmaz ve yine aynı anlama gelmek üzere, yakın vadede “popülizmlerin ölmesini” beklemek boş hayal.

Bu minvalde, “Trumpizm” de alelade ve Avrupaî bir popülizm olmaktan çok, saflaştırılmış bir “Amerikan istisnacılığına” (American exceptionalism) benziyor. Dahası, Alman sermayesinin genişleme ve yayılma eğilimini -şimdilik- garanti altına alma yolu olan serbest ticaret ve liberal siyaset ikilisinin, bu genişlemenin bir yerinde daha açık ve militarist emperyalist politikaları dönüşmesi neredeyse kaçınılmaz. Ki Almanya, uzunca bir süredir bunun sinyallerini veriyor. Dileyen Alman ordusunun Afrika operasyonlarına ve Berlin’in Ukrayna’daki pozisyonuna bakabilir.

SOLUN HALİ PÜR MELALİ

Yukarıda “geleceğimize” dair söz vermiştik, geriye sol kalıyor.

Uzun bir süredir, kendini kemer sıkma karşıtlığı ve neoliberalizm karşıtlığıyla sınırlandıran Avrupa “solu”, kapitalizmin krizi sürdükçe “merkeze” doğru yakınlaşma eğilimi gösteriyor.

Bu, eşyanın tabiatından ziyade, Avrupa’daki kriz ve “sol”un buna verdiği yanıtla ilgili. James Petras’ın bundan iki yıl önce dikkat çektiği, Güney Avrupa’da kapitalizmin restorasyonu denemesi gerçeği, Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde geleneksel sağ-muhafazakâr/sosyal demokrat ikiliğinin parçalanması ve yeni bir “merkez”in inşa edilmesi anlamına geliyordu.

Bu merkezin inşasında, Yunanistan tipik bir örnek olarak karşımızda duruyor. Yunan hükümeti, “kardeş” iki popülist partiden, “solcu” SYRIZA ile “sağcı” ANEL’den oluşurken, bu iki parti de seçimlerde faşist Altın Şafak’ın oylarına göz dikip faşist partiye meşruiyet sağlıyorlardı. Yunan siyasetinin bu yeni “merkez” doğrultusunda yoluna ne kadar süreyle devam edeceğini kestirmek güç; ancak restorasyonun Güney Avrupa bacağının, İtalya hariç, benzer bir yol takip ettiğini görüyoruz.

Bu noktada, geçen seneye kadar, Avrupa’daki sağ popülistlerin sol popülistlerden daha “radikal” bir program takip ettiğini teslim etmek durumundayız. Avro’dan çıkış, ulusal egemenlik hakları, NATO’yu sorgulama… SYRIZA hükümeti Ege’yi bir NATO gölü haline getirmişken, “radikallik” daha net anlaşılıyor. Yunanistan’ı İsrail’le sarmaş dolaş yapma “onuru” da solcu Çipras’a düştü.

Avrupa’da “sol”, liberalleri kastediyoruz aslında, tüm unsurlarıyla Merkel anneleriyle Schulz babalarının koltuklarının altına sığınmaya doğru koşarken, Rusya’nın eli olarak görülen sağcı popülistler de yeniden yapılandırılmaya katılıyorlar. Ve burada, “sol”a, ancak göçmen şirinliği yapmak için yer var. Yani, reformizmin “gerçekçi siyaset” alanında da karşılığı yok.

Tersi ise bir kez daha doğrulanıyor: Küçük reformlar için bile, iktidarı bir devrim yoluyle ele geçirmeyi hedeflemek gerekiyor.