Ne Kadar Önemli?

Şu günlerde neyin önemi üzerinde durabiliriz, referandumdan başka!

Yalnız, şimdi asıl sorgulamaya çalışacağımızın, bu konunun ne tür gerekçelerle gündemin başına, en başına olmasa bile, en başlarda bir yerine getirilebildiği ve, buradan yola çıkılarak, önem derecesinin nasıl belirlenebileceği olduğunu da ayrıca vurgulamak gerekir.

Karşı tarafın yapıp ettiklerine bakılacak olursa, onlar açısından, bu referandumun neredeyse “yaşamsal” düzeyde bir önem taşıdığı anlaşılıyor. En azından, öyle bir izlenim verilmek istendiğini düşünmeyi haklı gösterecek yığınla veri var.

Aydemir Güler, 4 Ağustos günlü soL’da şöyle yazmıştı:

“Demek ki, tarikatçısından valisine, gözyaşlarından tehditlere, sol taklitçilerinden Amerikan elçisine, hatta YAŞ vesilesiyle bir kez daha asker karşısında cesaret şovuna kadar herkesin ve her yöntemin devreye sokulmaması ve toplumun terörize edilmemesi durumunda AKP'yi bir çöküş bekleyebilirmiş!”

Aydemir’in orada anlatmak istediği, yukarıya aktardığımın hemen öncesindeki cümlede belirttiği gibi, öngördükleri olası sonucun zorlamasıyla aldıkları önlemlerdi: “(…)12 Eylül'le ilgili olarak AKP'nin oluşturduğu toplumsal basınca karşın, sonucun kafa kafaya alınacağını söyleyebiliriz.”
Ben de 25 Temmuz günlü yazımda, Erdoğan’ın referandum kampanyasını açarken sahnelediği toplu ağlaşma seansına değinerek, benzer bir öngörüleri olabileceğini belirtmiştim:

“Erdoğan, 12 Eylül’de idam edilmiş devrimci gençlere candan gönülden sahip çıktığını göstermek için herhalde, böyle bireysel ve kolektif gösteriler düzenleyerek, eski solcuların ve onların yardımıyla yeni yetişen solcuların gözünde bir prestij ve/veya sempati yaratarak toplayacağı oylarla evetlerin çoğunlukta olmasını sağlamak istiyor olabilir mi? Eğer böyleyse, eskisiyle yenisiyle solcuları bu kadar kolayca, inandırıcılığı, içtenliği böylesine kuşkulu yollarla ikna edilir görüyor olabilir mi? Haydi öyle görüyor diyelim, eskisiyle yenisiyle solcuları bir araya getirdiğinde ortaya çıkabilecek kitlenin hatırı sayılır büyüklükte olacağını mı düşünüyor? Yoksa, evetlerle hayırlar arasında küçük bir fark bulunduğunu bir biçimde kestirmeyi ya da öngörmeyi becermiş de evetler aleyhine var gözüken bu küçük farkı da solcuları kendi yanına çekerek kapatıp, hiç de haksız sayılamayacak bir değerlendirmeyle çok bel bağladığı referandumu alıp gitmenin hesabını mı yapıyor?”

Burada bir parantez açıp şunu da sormadan geçmeyelim: Bu “küçük fark” tahmini evetler lehine gerçekleşecek olursa, evetçi solcular diyemiyorum, öyleleri için solcu nitelemesini kullanacak kadar liberal kafalı nasıl olunabilir, solumsu söylemlerle evetçilik yapmış solcu eskileri ne düşünür ve ne derler acaba? Tümü de “işte, doğru davrandık ve memleketin militarizmden biraz daha uzaklaşmasını sağladık” yollu sözler mi ederler, yoksa içlerinden pek küçük bir bölümü olsun pişmanlığa, utanca, hiç değilse, bunlardan izler taşıyan bir duyguya kapılır mı?

Ayrıca, madem parantez açtık, şunu da ekleyebiliriz: Temmuz sonlarında, Erdoğan’ın birtakım solculara yönelik atakları için, “eskisiyle yenisiyle solcuları bu kadar kolayca, inandırıcılığı, içtenliği böylesine kuşkulu yollarla ikna edilir görüyor olabilir mi?” biçiminde yazarken yanıldığım ortaya çıkıyor. Bunun Erdoğan’ın ustalığıyla değil, o tür solcuların teşneliği ile ilgili olması ise, oradaki yanılgılı anlatımı bağışlatmak açısından, herhangi bir fark yaratmıyor.

Neyse, devam edelim. Aydemir’in yazdıklarıyla:

“Kafa kafaya bir sonuç ise, Anayasa tanım gereği daha büyük bir toplumsal meşruiyeti arkasına alması gerektiğinden, olası bir onayın ölü doğması anlamına gelir. AKP gibi bir parti meşruiyet tanımını keyfine göre belirleyeceği için, ölü doğma ifadesi fazla gelebilir. Ancak kesinlikle hükümetin işi zorlaşacaktır. Ayağı tökezleyen bir AKP ise koşmak zorunda kalır. Yaralı hayvanın saldırması gibi... 12 Eylül'den hayır sonucu çıkmasının da sonucu aynı olacak, Erdoğan bir tür güven oylamasının kaybedildiği yorumlarına ‘ne alakası var’ derken, yitirdiği güçleri yeniden toparlamak için daha büyük bir şiddetle devam edecektir.”

Bu değerlendirmelere katılıyorum. Demek, kıl payı olacak bir evet ya da hayır sonucunun, AKP hükümetinin daha sonraki tutumu açısından kayda değer bir farka yol açmayacağı kestirilebiliyor. Bu açıdan bakılırsa, yazının başlığındaki soruya şuna benzer bir yanıt vermek mümkündür: Kuşkusuz, önemsiz değil ama bu önemi çok da abartmamak gerek.

Oysa, şu andaki veri ya da kestirimlere göre pek de olası görülmeyen, açık ara bir evet ya da hayır sonucunun, çok daha belirgin farklılık taşıyan uzantılarının olacağını söylemek gerekir.

Örnek olsun, AKP ile onun destekçilerinin içinde bulundukları tasarımlar açısından ve yine Aydemir’in aynı yazısından aktararak, şöyle:
“Tablo açık. AKP Türkiye'nin ABD emperyalizminin yönlendirmesi altında radikal bir dönüşümden geçişini yönetmektedir. 12 Eylül referandumu bu sürecin bir öğesidir.

“(…) Takvim belli. 2010 kısmi anayasa değişikliği, 2011 genel seçim, 2012 cumhurbaşkanlığı seçimi ve tam anayasa değişikliği. Bu takvimin uygun bir yerine en fonksiyonel birliklerden başlayarak orduda profesyonelleşmeyi ve yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluk alanının genişletilmesini yerleştirin.

“Buradan, AKP'nin kendisi tökezleyecek olsa bile, güvence altına alınmış bir Amerikan dönüşümü, aynı anlama gelmek üzere cumhuriyetin tasfiyesi çıkar. Mesele budur.”

Eğer bu saptamada önemli bir yanılgı payı bulunmuyorsa, yukarıda koşullu olarak belirttiğimiz “önemli, ama çok da abartılmamalı” yanıtının yanına büyükçe bir soru işareti koymakta yarar var, demektir.

Üstelik, Yurdakuler’in 20 Ağustos günü yine burada gündeme getirdiği bir boyutu daha var bu işin:

“30 yıllık bir aradan sonra, Türkiye iki büyük cepheye ayrılacak. Türkiye'deki siyaset sınıfı, artık ne kadar köşe bucak ve dip varsa oradakiler dahil, böyle bir kadersizliği istemezdi gerçekten de. Ama böyle işte.

“(…) Ne olursa olsun, bu iki blok, evetçiler ve hayırcılar, birbirine yakın ağırlıkta olacağı için, 12 Eylül 2010, bir tarafın galebe çalmasının değil, Türkiye'nin iki blok halinde karşı karşıya gelmesinin tarihi olacak. Türkiye halkı, bakalım, bu cepheleşme şansını nasıl kullanacak? Burjuvazinin ve ‘nurjuvazinin’, bu sahihlikte bir cepheleşme istemediğini temsilcilerinin yüzünden okuyoruz.

“(…) 13 Eylül sabahı bütün kartların yeniden karıştırıldığına tanık olacağız. Türkiye, baş aşağı bir uçuruma yuvarlanacak. Bu tabloyu hepimiz bekliyorduk, şaşılacak bir yanı yok, şaşırtıcı tek olumlu gelişme, bu karanlığa elimizde 40 yıllık bir gelişimin tersine çevrilmesini imleyen bir ışık parçasıyla (‘yeni sol ittifak’) giriyor oluşumuzdur. Çünkü o karanlıktan Türkiye sadece sosyalist bir politik yönelişle kurtulabilir ve var öyle bir irade artık.”

Şimdi, gel de, bu hatırlatmanın akla getirdiği bir duruma değinme!

Kimse, pek ilkel, hatta biraz da okuru cahil yerine koyan bir uyarı demesin! Bu uyarıyı yapacak ve 13 Eylül günü ya da ondan sonraki yakın bir tarihte bir devrimci durumun ortaya çıkabileceği yönünde herhangi bir kestirimde bulunduğum sanılmasın, diye ekleyeceğim. Böyle bir öngörüde bulunabilmek için gerekli öğelerin var olmadığı apaçıktır.

Ama, Yurdakuler’in yukarıda andığım hatırlatması, Lenin’in devrimci durum öğretisini açıkladığı yazılarından birinde formüle ettiği “devrimin temel yasası”nı aklıma getiriyor. Ondan önce, bu öğretinin asıl olgunlaştığı yazının “artık bir devrimin mümkün olmaktan çıktığı” noktasına ulaşan İkinci Enternasyonal’in çöküşü ile ilgili olarak 1915 ortalarında yazıldığını ve orada “Marksist için bir devrimci durum olmadan devrim imkânsızdır bunun da ötesinde her devrimci durum bir devrime yol açmaz” biçiminde dile getirilen bir kesinliğin ortaya çıktığını belirtelim. Bundan beş yıl sonra formüle edilen “temel yasa” ise şöyledir: “Ulus ölçeğinde (hem sömürülenleri hem de sömürenleri etkileyen) bir bunalım olmadıkça, devrim imkânsızdır.” Burada sözü edilen bunalımsa hiç de savaş falan değildir. İlle de savaş benzeri büyük, silahlı külahlı çalkantılar gerekmez. Lenin’in gösterdiği örnekler arasında, bütün bir Fransız ulusunu gerici ve ilerici kamp olarak ikiye bölen 1894’teki Dreyfus olayı ile Prusyalıların işgali altında zorla Almanlaştırılmaya çalışılan Alsace bölgesinin Zabern adlı küçük kasabasındaki Fransız nüfusunun 1913’te Prusyalı askerlere karşı umulmadık ayaklanması vardır.

Toparlayalım: Devrimci durumun nesnel ve öznel koşulları olgunlaştığında, böyle bir “ulus ölçeğinde kriz”in ortaya çıkışıyla, devrimci durum bir devrime dönüşür, daha doğru anlatımla, dönüşebilir çünkü, hangi devrimci durumun devrime dönüşeceğinin önceden bilinemeyeceği de bu öğretinin saptamaları arasındadır.

Sözü getirip bitireceğim yer ise şurası: Bundan 30 yıl önce, haklı olarak, devrimci durumun nesnel koşullarının olgunlaştığını, ama öznel koşulun var olmadığını söylüyorduk. Şimdiyse, devrimci durumun nesnel ve öznel koşulları ortada yokken, bir devrimci durumun devrime dönüşmesine sahne olabilecek türden bir ikiye yarılma krizi ile karşılaştığımızı düşünebiliriz.

İsteyen, buna hoş ve boş bir fantezi yahut fikir jimnastiği de diyebilir kuşkusuz. İtirazım, sadece, oradaki “boş” sözcüğüne olur.