Bilim(si)cilik meselesi

Şimdiye kadar tüm yazılarımda, bilim insanı yerine “bilimci” kelimesini kullandım. Bu tercihin başıma bela açacağını şimdi anlıyorum çünkü bu yazıda anlatmak istediğim felsefi pozisyon da “bilimcilik” (scientism) kelimesiyle karşılanıyor. Hem bu terminolojik karmaşadan kurtulmak için, hem de kelimenin pejoratif çağrışımını (tarihsicilik gibi) korumak için, bilimsicilik kelimesini kullanacağım.

Bilimsiciliğin mükemmel bir tanımını vermek imkânsız. Sözlüklerde bu terim, doğa bilimlerinin yöntemlerinin ve bulgularının, insani ve sosyal bilimlerin, felsefenin, politikanın, dinin ve ahlakın sorularını cevaplayacağına olan inanç olarak tanımlanıyor. Ayrıca bu yöntem ve bulguların, diğer bilgi edinme biçimlerini ortadan kaldıracağına olan inanç da bilimsiciliğin tanımında yer alıyor.

Bilimsicilik, doğa bilimlerinin yöntemlerine aşırı bir güven olarak veya disiplin sınırlarını ihlal eden bir tür fetihçi ideoloji olarak da tanımlanabilir. Tanımların tümünde olumsuz yönleriyle betimlenmiş bir pozisyondan söz ediyoruz. Ama sözlük tanımlarıyla veya çağrışımlarla idare etmek bizden uzak olsun. Bunun yerine, bilimsici addedilen düşünürlerin gerçek fikirlerinin ne olduğunu, bunların hangilerinde ortaklaştığımı, hangilerini ise yanlış bulduğumu anlatayım.

Örnek vakamız Steven Pinker.[1] Harvard’lı psikolog Pinker’a göre beşeri ve sosyal bilimciler, doğa bilimlerinden gereksiz yere korkuyorlar. Tam tersine, özellikle beyin ve davranış bilimlerindeki gelişmelerden heyecan duymalılar çünkü bu alanlar, onların insanı anlama çabalarını zenginleştirme potansiyeline sahip. Pinker açısından bilimsicilik diye karalanan görüşün temel varsayımları şunlar: Doğa (insan da dâhil), bilimsel yöntemlerle anlaşılabilir. Bilgiye ulaşmak zordur ve bireylerin hatalarını düzeltmek için, “açık tartışma”, “şüphecilik”, “ ampirik testler” gibi kolektif eleştirel süzgeçlere ihtiyaç vardır. Doğa bilimlerinin bulguları, din, politika veya ahlak gibi insani meselelerle ilgisiz değildir.

Beşeri ve sosyal bilimler doğa bilimlerinden öğrenmeli, buna katılırım. Tabi aralarındaki ilişki, Hayek’in tanımıyla, kölece bir boyunduruğa ve taklitçiliğe dönüşmediği sürece katılırım. İlk iki varsayımı da tartışmayacağım, çünkü bilim tarihinde doğa bilimsel yöntemlerle asla anlaşılamaz denilen görüngülerin makul açıklamalarının verildiğini görebiliyoruz.

Üçüncü varsayım ilkece doğru, ama uygulamada sorunlar çıkıyor. İlkece doğru diyorum çünkü ben de Pinker ve Dawkins gibi, din ve bilimin, iki öğreti ve söylem biçiminin, örtüşmeyen egemenlik alanları olduğuna inanmıyorum. Stephen Jay Gould’un din ve bilim arasına çektiği bu çizginin hem din hem de bilim tarafından her gün aşıldığını görüyorum ve bence doğal olanı da bu. İnsan aklı da, toplum da, izole kompartımanlardan oluşmuyor. Ama Pinker ve yoldaşlarının bilimsel olandan dinsel, politik ve ahlaki olana giden bir kral yolu bulmuş numarası yapmaları “bilimsici” sıfatının pek de haksız olmadığını gösteriyor.

Pinker bilimsel bir dünya görüşünün, dinin ahlaki normların tek kaynağı olduğu yalanını yıktığını söylerken ekliyor: Bilimsel bir ahlak anlayışında “diyalektiğe”, “mücadeleye” (muhtemelen sınıf mücadelesini kastediyor), altın çağa yer yok. Pinker’a göre bilim, “insanların ve diğer hissedebilen canlıların gelişimini maksimize eden ilkelerden” oluşan bir ahlak anlayışını dayatıyor. Ahlak felsefesinde faydacılık adı verilen bu anlayışın bilimsel buluşların zorunlu sonucu gibi sunulması tuhaf. Refah kapitalizminden ötesini (sosyalizmi) dini dogmalarla bir tutmak ise tuhaftan da öte. Üretim araçlarının toplumca mülk edinilmesini yasaklayan bir doğa yasası vardı da biz mi duymadık? Yoksa Pinker ve dostları da mı, Edward O. Wilson gibi, sosyalizmi sadece karıncalara yakıştırıyorlar?