Neoliberaller, birinci olarak özelleştirmeler aracılığıyla kamu mülkiyetinin özel sektöre devredilmesini ve ikinci olarak da devletin sosyal politikalardan vazgeçmesini isterler.

“Sol kırım”dan sonra: Mafya düzeni

Neoliberalizm, temel hedefi olan “devletin küçültülmesi”nin, yani devletin ekonomiye müdahalesinin minimize edilmesinin, devletin demokratikleşmesini de beraberinde getireceğini iddia eder. Bu iddiaya göre, bir devlet ekonomiye ne kadar az müdahale ederse, o devletin demokratik niteliği de o kadar çok güçlenecektir.

Burada “devletin küçültülmesi” ile kastedilenin ne olduğu bellidir: Neoliberaller, birinci olarak özelleştirmeler aracılığıyla kamu mülkiyetinin özel sektöre devredilmesini ve ikinci olarak da devletin sosyal politikalardan vazgeçmesini isterler. Böylece piyasa ekonomisi “kendiliğinden” ve “sağlıklı” bir şekilde işleyebilecektir.

Peki devlet küçültüldüğünde yerini dolduracak olanlar kimlerdir?

Tamam, kamuya ait fabrikaları, tesisleri, madenleri, limanları sermaye satın almaktadır ve herhangi bir boşluk ortaya çıkmamakta, sermaye çöreklendiği kamusal mallarla zenginleşmeye devam etmektedir.

Peki ama sosyal devlet tasfiye edildiğinde, devletin sosyal nitelikleri aşındırıldığında ya da tamamen ortadan kaldırıldığında, emekçiler, alt sınıflar, yoksullar, zaten geçinemiyor, iş bulamıyor ve borçlarını ödeyemiyorlarken, bir de kamusal hizmetlere ve sosyal yardımlara yeterince ulaşamadıklarında ve tüm bunlarla ilgili olarak karşılarında muhatap olarak devleti bulamadıklarında ne olacaktır?

Neoliberalizmin buna cevabı “hayırseverlik” olmuştur. Hayırsever iş insanları, vicdanlı zenginler ya da kiliseler, ortaya çıkan boşluğu dolduracak, bunların kurduğu vakıflar, dernekler, yardım kuruluşları, emekçilere, yoksullara ihtiyaç duydukları yardımları yapacaklardır. Devletin küçültülmesinden kaynaklanan boşluğu bunların doldurması beklenmektedir yani.

Ancak pratikte işler böyle gitmez. Özellikle Türkiye ve benzeri ülkelerde devletin sosyal niteliklerinin zayıflatılmasının en temel sonuçlarından biri, ortaya çıkan boşluğun tarikatlar, cemaatler ve mafyatik yapılanmalar tarafından doldurulması olmuştur.

Gülen Cemaati’nin 12 Eylül sonrasında ülkeyi devasa bir örümcek ağı gibi sarabilmesinin gerisinde büyük ölçüde bu vardır. Erzak ya da kira yardımından, çocuğunu burslu olarak dershaneye göndermeye ya da okulu kazandığı şehirde başını sokacak bir ev ya da yurt bulmaya kadar uzanan bir genişlikte, Cemaat yoksulluk üzerinde büyümüş, kadrolarını da yoksul çocuklardan devşirmiştir. Bunu, güçleri çapında ülkedeki bütün tarikat ve cemaatlere uyarlayabilirsiniz. Türkiye’de dinci gericiliği besleyen olgu yoksulluk ve yoksulların sosyal devletin yokluğundan kaynaklı çaresizliğidir. Tarikatlar ve cemaatler de işte o çaresizlikle sığınılan yerlerdir.

Ancak mesele sadece bununla sınırlı kalmaz, sosyal devletin olmadığı yerde sadece tarikatlar, cemaatler değil, mafya da kendini çok daha kolay bir şekilde var eder. Mafya liderleri kendilerini “halkın koruyucusu” “yoksulların babası” vs. olarak gösterir ve bunun için de kentlerin yoksul mahallelerinde, özellikle Ramazan ayında ve dini günlerde yiyecek kolileri dağıtılır, gençlere, çocuklara harçlık verilir, veresiye defterleri kapatılır, kira borçları ödenir. Ve mafya kendini oralarda bu sayede var eder. Uyuşturucu sattıracağı ya da adam öldürteceği, yani kirli işlerini yaptıracağı gençleri de oralardan devşirir.

Bu noktada şunun hiçbir şekilde unutulmaması gerekir: Mafya kapitalizmin bir “anomalisi” değildir, ortada bir “sapma” yoktur, mafyatik ilişkiler kapitalizme içkindir. Uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı, kara para aklama, suikast vs. sermaye birikimi açısından son derece önemlidir ama “saygıdeğer kapitalistler” bu tür illegal işleri doğrudan yapamazlar, çünkü böyle bir durumda kapitalizmin meşruiyeti tartışmaya açılacaktır. Bu nedenle de burada mafya devreye girer ve mafya da eninde sonunda resmi ya da gayri resmi bir şirket olarak işlerini görür.

Kapitalizme içkin bir olgu olan ve sosyal devletin tasfiyesinden kalan boşlukta daha da güçlenen mafyatik yapılanmaların ideolojik meşruiyeti sadece sosyal yardımlarla tesis edilmez, bu noktada milliyetçilik de yardıma çağrılır. Türk sağının ezan, Kuran, bayrak, vatan söylemi ve hamaset edebiyatı mafyanın da ana söylemini teşkil eder. Türkiye’nin iki namlı “baba”sının ve onlardan sonra gelenlerin kendilerini “ülkücü” olarak nitelendirmesi bu nedenle bir tesadüf değildir, ortada ideolojik bir ortaklık vardır.

Hem bu söylem hem de ülkücülüğün en baştan itibaren bir paramiliter güç olarak kendini konumlandırmış olması, yani “silah külah işleri” , aradaki geçişkenliği daha da kolaylaştırır. Delikanlılık, kabadayılık, racon kesme her ikisinde de bir yaşam biçimini, bir kimliği oluşturur.

“Silah külah işleri” ve milliyetçilik, mafya ile siyaset ve devletin güvenlik aygıtı arasındaki ilişkilerin de ideolojik harcını oluşturur. Tarafları birleştiren şey açıkça “devlet için kurşun atıp kurşun yeme” iddiasıdır. Hele bir de aralarından bazıları devletin “derin” operasyonlarında bir şekilde kullanılmışlarsa, bunlar hakkında anında şehir efsaneleri üretilir, kahramanlık menkıbeleri yazılır.

Tüm bu ilişkilerin esas harcının para olduğu ise açıktır. İllegal faaliyetlerin ve özellikle akçeli işlerin aksamadan yürütülebilmesi için, siyasetçilerin işe bir yerinden dâhil olmaları ve nüfuzlarını kullanmaları, güvenlik aygıtından birilerinin de aynı şekilde bu işlere ortak olması ya da hiç olmazsa gözünü kapaması gerekmektedir ki para da zaten tam olarak bu işe yarar. Vatan, millet, Sakarya edebiyatı, lüks ve zenginlik tutkusunun üzerini örter, “ezan, Kuran, bayrak, vatan” hamaseti bütün kirli ilişkileri gizler.

Bugün Türkiye’deki mevcut durum mafyanın üzerinde yükseldiği zemini oluşturmaktadır. Derinleşen ekonomik kriz, artan işsizlik, sefalete sürüklenen milyonlar, geleceğe dair en ufak bir umudu olmayan gençler… Bu zemin sadece kripto paralar ya da borsa aracılığıyla kısa yoldan köşe dönme hayalleri kurmanın değil, mafyatik ilişkilerinin derinleşmesinin ve mafya olmaya özenmenin de zeminidir, bu nedenle çürüme artık her yerdedir.  

Ancak mesele sadece bu değildir, mesele inşa edilen rejimin “feodal” siyasi karakteridir. Tepede bir saray ve altta ise “arpalıklar” vardır. Hukukun geri çekildiği ve devletin çözülme emareleri gösterdiği bir konjonktürde, ortaya iktidar içi farklı güç odakları, hizipler, klikler çıkmıştır ve bunların her biri farklı alanları parsellemekte ve siyasi ve iktisadi rant için birbirleriyle rekabet etmektedirler. İhale komisyonlarından imar rantlarına uzanan genişlikte işleyen bu rekabet, doğası gereği illegal ilişkilere de mafyatik bağlantılara da açıktır. Bu ise “legal” olanla “illegal” olanın belki de geçmişte hiç olmadığı kadar birbiriyle bütünleşmesini, birbirine entegre olmasını beraberinde getirmektedir.

Türkiye bugün sadece ekonomik değil, çoklu bir kriz yaşarken, bir yandan da hızlı bir değer yitimiyle, çürümeyle ve yozlaşmayla karşı karşıyadır. Türkiye toplumuna on yıllar önce giydirilen sağcılık adlı deli gömleği onu adeta bir intihara sürüklemektedir. Gerçeğin sadece küçücük bir bölümünün anlatıldığı ve izlenme rekorları kıran videolardan Türkiye toplumunun üzerine irin saçılmaktadır, patlayan kanalizasyon boruları misali ülkeyi lağım suları basmış durumdadır. Türk sağı, piyasacılığıyla, dinciliğiyle, milliyetçiliğiyle, tarikatıyla, mafyasıyla, derin devletiyle ülkeyi uçurumun kenarına getirip bırakmıştır.

Bu krizin ve bu çürümenin gerisinde, Türkiye’nin bir “sol kırım”a uğratılmış olması vardır, ülkenin solsuzlaştırılmasının bedeli bugünkü manzara olmuştur. Buradan çıkış ise toplumun yeniden sol siyasetle, sol değerlerle buluşmasıyla mümkün olabilecektir ancak.

Halkçılıktan, kamuculuktan, laiklikten, bağımsızlıktan söz etmek, sloganlarla konuşmak değil, hakikatin ta kendisini dile getirmektir bugün. Sosyalizm ise bir ütopya değil, içinde debelenip durduğumuz bu distopyadan çıkışın yegâne reçetesidir artık.