Türkiye kapitalizmi bir kez daha siyasi kriz dinamiklerinin köküne kibrit suyu yerine benzin dökme noktasına gelmektedir. Krizin diyalektiğidir bu.

Krizin diyalektiği

AKP hükümet olduktan sonra uzunca bir süre iktidarın yalnızca bir bileşeni oldu. Bu, özgün bir durum değildir. Siyasi iktidarı ellerinde tutan güçler, egemenlik mekanizmalarını genellikle “paylaşırlar.” Normal durum iktidarın mutlak bir tekel biçimini alması değildir. “Olağanüstü devlet biçimi” olarak tasnif edilen rejimler “olağandan” çoğunlukla bu noktada ayrışırlar. En sık başvurulan örnek olarak faşizm iktidar tekeline en yaklaşan rejim olarak çıkar karşımıza…

AKP’nin 2016’da Fethullahçılarla köprüleri atıp sert bir tasfiye harekâtına girişmesi, bunun öncesinden başlayarak ve sonrasında devam ederek liberal kesimlerle kopuşması, 2017 referandumuyla Başkanlık sistemine geçiş, 2023’te de alabildiğine gerici bir Meclis bileşimine kavuşması çoğunlukla yukarıdaki bağlamda yorumlandı. Totaliter yönelimini hayata geçirmesinin önünde engel kalmayan, kuvvetler ayrılığını pratikte etkisizleştiren, siyasal gücünü zirveye doğru yükseltmekte olan bir iktidar. Ne “Saray Rejimi” adlandırması yalnızca Ankara’daki ucube binayı kast etmektedir, ne de “Tek Adam Rejimi” terimini tercih edenler karar süreçlerinin neredeyse tamamında hep aynı imzanın bulunmasından söz etmiş olmaktadırlar. Kast edilen siyasetteki tekelleşmedir. 

Elbette kimse hayal görmüş değildir. Gerçekten de AKP bir olağanüstü devlet biçimine gitmektedir, parti devletle özdeşleşmektedir. Sorun, bu gidişatın mantıksal sonuçlarına ulaşacağının sanılmasındadır. İktidarın tekelleşmesi siyasi kriz dinamiklerinin süpürülmesi, egemenlerin ve düzenin veya onlar adına AKP’nin huzur bulması anlamına gelmiyor. Kriz kendine yeni kanallar buluyor. Üstelik kapitalist düzenin, krize karşı önlem geliştirme kapasitesini de aşağı çekiyor. Yargıtay-Anayasa Mahkemesi kapışması bu bağlamda (da) ele alınmalıdır. 

Aslında iktidar tekelinin AKP’yi ihya edip etmeyeceği konusunda rivayetler muhtelifti. Bir yanda son yıllarda yurtdışına göç eden aydın ve gençlerin çok ötesinde bir nüfusun memleketin geleceğinden umut kestiği açıktır. Bu hissiyat AKP’nin gücüne güç kattığı yönünde bir algıya denk düşmektedir.

Öte yandan bütün düzen muhalefeti çarenin seçimde olduğu tezine sarılmışsa, toplumun umudunu oy sandığına bağlamışsa, bu önerme de, AKP’nin güçlenmesine rağmen bütün çıkış kapılarını kapatamadığına dayandırılmış olmalıdır. 

Peki, hangisi doğrudur? Umutsuz kitlelerin ruh hali mi, düzen muhalefetinin son seçimden sonra yeniden üretilen varsayımı mı?

İkisi de değil. İkisinin de yanlış olduğu geçtiğimiz hafta bir kez daha kanıtlandı. 

Egemenlik mekanizmaları merkezde toplulaştıkça toplum daha sıkı kontrol altına alınmış olmuyor. Tersine geniş kesimler temsiliyet ilişkilerinin dışına atılıyor ve bir kriz dinamiği haline geliyor. Sarayda merkezileştirilen mekanizmalar sayesinde yönetilenler daha iyi yönetilmiyor, tersine “eskisi gibi yönetilmek istemez” hale geliyorlar. 

Ama asıl ve bugünlerde patlak veren, yönetenlerin kendi aralarındaki çelişkilerdir. Düzenin bütün nüansları artık merkezde toplulaşan yapının içine akmakta ve dar alanda muazzam bir yıkıcı enerji şekillenmektedir. Bu toz bulutunun içinde it iziyle at izini ayırt etmek imkânsızdır. Düzenin gücü, ayrıksı sesleri boğma gücüyle değil çelişkileri massetme kapasitesiyle ölçülür. AKP’nin yönelimi düzenin yönetme kabiliyetini açıkça geriletmektedir. Yönetenlerin de eskisi gibi yönetmeleri zora girmektedir. Yönetim krizi kapıdadır.

Özetle AKP’nin girdiği yolda bir “ters tepme” söz konusudur. Türkiye kapitalizmi bir kez daha siyasi kriz dinamiklerinin köküne kibrit suyu yerine benzin dökme noktasına gelmektedir. Krizin diyalektiğidir bu. Kapitalizm zorunlu olarak kriz üretir. Bazen en güçlü göründüğü an en ağırını!

Bu yazıyı iki önemli noktaya değinerek sonlandıracağım. İleride biraz daha açmak üzere…

Birincisi, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi ile siyasal kriz kesinlikle “doğrudan” değil, ama “temelden” bağlantılı. Doğrudan değil; çünkü devlet içinde çatışmakta olan taraflardan biri halkı ve halkın çıkarlarını, değerlerini temsil etmiyor. Anayasal bir düzen yönündeki tercihimiz, AYM dahil devletin cumhuriyet düşmanlarınca istila edildiği gerçeğini unutturmamalıdır. 

Öte yandan, yönetilenlerin durumu ile siyasal kriz temelden bağlantılı; çünkü geniş kitlelerin derin bir yoksullaşmaya ve ideolojik karmaşaya sürüklenmiş olması, yönetim krizini kuşatmakta, daha da sıkıştırmaktadır. Siyasi kriz halkı ister istemez taraf olmaya çağırır, hatta zorlar.

İkincisi, AKP yaşananları bir uyarı olarak değerlendirip gidişatı revizyondan geçirme şansına sahip olamayacaktır. Düzenin iç gerilimleri tereddüt veya güçsüzlük sinyaline izin vermeyecek ölçülere çoktan çıktı. Bunu iyi bilen Erdoğan yargıdaki çatışmadan yeni Anayasaya gerekçe imal etmeyi denemiştir. Oysa süreç, bırakın yeni Anayasa üretmeyi, kavgacıların kulağını çekme gücünü bile ortadan kaldırmaktadır.