İktidar bu saatten sonra örneğin ne milli geliri 15 bin dolara çıkartabilir, ne enflasyonu kayda değer ölçüde aşağı çekebilir, ne de istihdamı artırabilir. Bu iktidarın Türkiye toplumuna daha çok yoksulluktan ve daha çok işsizlikten başka verebileceği herhangi bir şey kalmamıştır. Tüm bu milliyetçilik ve hamaset rüzgârının gerisinde de zaten bu vardır.
Sayılara, verilere, istatistiklere boğulmaya gerek yok; Türkiye ekonomisinin içerisinde bulunduğu durumu, krizi ve buradan öyle kolay kolay çıkılamayacağını artık herkes biliyor.
Türkiye, yıllık kişi başına ortalama 10 bin dolar gelir düzeyine saplanıp kalmış, yeterince zenginlik ve refah üretemeyen, ürettiği zenginliği adil bir şekilde paylaşmayan, küçülmeye ve dolayısıyla yoksullaşmaya devam eden, zenginle yoksul arasındaki uçurumun giderek derinleştiği, istihdam yaratmayan ve dolayısıyla işsizliği önleyemeyen, enflasyonu düşüremeyen ve dolayısıyla hayat pahalılığını önleyemeyen bir ülke.
Türkiye, halkın giderek daha fazla bir bölümünün açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaya başladığı, vatandaşları tepeden tırnağa borca batmış durumda olan, çalışanların önemlice bir bölümünün asgari ücrete razı olmak zorunda kaldığı, korkunç bir işsizlikle karşı karşıya bulunan, işsizlerin azımsanamayacak sayıdaki bir toplamının iş aramaktan umudunu keserek vazgeçtiği, genç işsizliğinin alıp başını gittiği, milyonlarca gencinin ne okulda ne istihdamda olduğu, yani boşlukta savrulduğu bir ülke.
Ve Türkiye, mevcut sanayi ve tarım politikalarıyla bağımlı ekonomi konumundan çıkması, ithalata bağımlı olmaktan, dış açık vermekten kurtulması, üretmesi, kalkınması, gelişmesi, refaha erişmesi mümkün olmayan bir ülke.
Bu noktada çok basit bir soru sormamız gerekiyor: Türkiye, içinde bulunduğu bu durumdan kapitalist ekonomi modeliyle çıkabilir mi; ister bugünkü, ister “restore” edilmiş haliyle kapitalizm Türkiye’yi kurtarabilir mi?
İktidarın bu tabloyu değiştirmek için elinde herhangi bir araç olmadığı, herhangi bir araç kalmadığı açık. İktidar bu saatten sonra örneğin ne milli geliri 15 bin dolara çıkartabilir, ne enflasyonu kayda değer ölçüde aşağı çekebilir, ne de istihdamı artırabilir. Bu iktidarın Türkiye toplumuna daha çok yoksulluktan ve daha çok işsizlikten başka verebileceği herhangi bir şey kalmamıştır. Tüm bu milliyetçilik ve hamaset rüzgârının gerisinde de zaten bu vardır.
Bir de muhalefeti düşünelim. Diyelim ki CHP’nin öncülüğünde “Millet İttifakı” iktidara geldi. İçerisinde İYİP’in, Babacan’ın, Davutoğlu’nun, Saadet’in bulunduğu bir koalisyonla, CHP istese bile -ki istediği de şüphelidir- neoliberalizme rezervler koyan, sosyal devletçi, kalkınmacı, gelir dağılımında adaleti gözeten, asgari bir sosyal demokrat programı devreye sokabilir mi?
Millet İttifakı’nın -hele hele ekonomi yönetiminin Babacan ve ekibine bırakıldığını varsaydığımız bir durumda- yapacağı ilk işin gidip IMF’yle anlaşma yapmak ve böylece ülkeye sıcak para girişini temin etmek olacağı açıktır. Bu anlaşma ile topluma bir kez daha kemer sıktırılacak, elde avuçta kalan ne varsa satışa çıkarılacak, sermaye lehine ve halk aleyhine yeni düzenlemeler yapılacak, ekonomik göstergelerde yaşanacak kısmi bir düzelme de topluma “başarı” diye sunulacaktır. Ancak buradan gerçek anlamda bir “başarı” çıkması imkânsızdır. Çünkü bugüne kadar, IMF programlarıyla, üreten, refah ve istihdam yaratan, kalkınan, adil gelir dağılımını tesis eden herhangi bir ülke görülmemiştir.
Demek ki ister iktidar iş başında kalmaya devam etsin, ister muhalefet iktidar olsun, her ikisinin de Türkiye toplumuna hakiki bir umut verme, umutlu bir gelecek tesis etme şansları yoktur. Uçurumdan aşağı hızla düşmeye ve dibe yaklaşmaya devam eden Türkiye’yi kapitalizmle kurtarmak mümkün değildir. Türkiye kapitalizminin yapısal durumu, yani dışa bağımlılığı, kırılganlığı, üretken olmayışı, istihdam yaratamayışı Türkiye’nin kurtuluşunun önündeki en büyük engeldir.
Mesele sadece ekonomi mi?
Üstelik mesele sadece ekonomi değildir, eğitim, sağlık sistemi, yargı, demokrasi, laiklik, Kürt sorunu, kadına yönelik şiddet, derinleşen siyasal fay hatları, toplumsal çözülüş, çürüme ve yozlaşma bu çöküş tablosuna dâhil edilmelidir.
Türkiye salgının çıplak bir şekilde gösterdiği ve bugün için “uzaktan eğitim” meselesinde somutlaşan eğitim alanındaki korkunç eşitsizlik tablosundan kapitalizmle kurtulabilir mi? Değil bilgisayarı, tableti, internet bağlantısı, evinde televizyon olmayan çocuklarla günde altı yedi saat online ya da yüz yüze ders yapan, her türlü maddi olanağa sahip çocuklar arasındaki devasa eşitsizliği Türkiye kapitalizminin ortadan kaldırma şansı var mıdır?
Türkiye kapitalizmi, onca özelleştirme ve piyasalaştırma saldırısına rağmen, hala daha sağlık alanında kamuculuğun ekmeğini yemeye devam etmiyor mu? Eğer o kamuculuk ve hekimlerin halk sağlığına yönelik gelişkin bilinci olmasaydı, şehir hastaneleri adlı garabetle övünülen bu sağlık sisteminden geriye bir şey kalır mıydı? Türkiye kapitalizmi, Türkiye sağlık sistemini toparlayabilir mi, bir çıkış yolu bulabilir mi?
Türkiye kapitalizminin yargıyı içerisinde bulunduğu durumdan çıkarma, adalet mekanizmasına duyulan inancı tesis etme, yargı bağımsızlığını sağlama, anayasal bir düzen kurma, anayasa yargısını hâkim kılma gibi bir şansı ya da daha doğrusu böyle bir niyeti var mıdır?
Türkiye kapitalizmi, uluslararası arenada Çin’le rekabet etmeyi önüne koymuşken, bunun için de sürekli ücretleri aşağıya çekmeye, sendikaları etkisizleştirmeye, işçilere despotik bir emek rejimini dayatmaya çalışıyorken, yani fabrikada, atölyede, ofiste despotizm yoğunlaşıyorken, sendikasız, güvencesiz, güvenliksiz çalışma kural haline geliyorken, bu kapitalizm, birtakım biçimsel düzenlemelerin dışında topluma demokratik bir perspektif sunabilir mi?
Toplumun ve emekçilerin zapturapt altına alınmasında en güçlü silahlardan biri dinken ve dinselleşme neoliberal politikaların yoksullaştırıcı etkilerine ve sosyal patlama ihtimaline karşı eldeki en etkili araç olarak görülüyorken, Türkiye kapitalizmi laik bir ülke, laik bir toplum isteyebilir mi, cemaatleri, tarikatları kapatabilir mi?
Türkiye kapitalizmi, Kürt sorununa adil, hakkaniyetli, siyasi bir çözüm getirebilir mi, Kürt yoksullarının dertlerine çare olabilir mi, kadına yönelik şiddeti durdurabilir mi, kadın emeğinin sömürüsüyle ilgili gerçekçi adımlar atabilir mi, kırılmaya hazır siyasal fay hatlarını ortadan kaldırabilir mi, toplumsal çözülmeyi durdurabilir mi?
Şimdi konuşma zamanı
Bu kadar soru yeterli görünüyor. Çok net biçimde görülmelidir ki, Türkiye kapitalizminin Türkiye’yi bu çoklu kriz konjonktüründen çıkarması, Türkiye’yi zenginleştirmesi, demokratikleştirmesi, laikleştirmesi, Kürt sorununu çözmesi, cinsiyet eşitliğini tesis etmesi, siyasal kutuplaşmaları ortadan kaldırması, toplumsal çözülme ve çürümeyi durdurması gibi bir ihtimal yoktur, zaten böyle bir derdi de yoktur.
Tam da bu nedenle, Türkiye’nin geleceğini tartışmak kapitalizme alternatif bir modelin tartışılması anlamına gelmektedir. Tam da bu nedenle sosyalizm, elbette ki sihirli bir değnek olarak değil ama hakiki bir kurtuluş reçetesi olarak toplumun önüne getirilmeli, siyasetçiler, akademisyenler, aydınlar, gazeteciler, işçiler, öğrenciler tarafından güncel bir mesele ve gerçekçi bir alternatif olarak tartışılmalı, bu tartışma kitlere doğru genişletilmelidir.
Bunu söylemek “toplumca oturup konuşalım ve sosyalizme geçelim” naifliğine tekabül etmediği gibi, “sorunların çözümü için oturup sosyalizmi bekleyelim” gibi bir anlama da gelmez. Mesele, topluma içinde bulunduğu durumun nedenlerini göstermekle kalmayıp bütünlüklü bir çözüm önerisi, bir çıkış formülü, bir yol haritası sunmaktır. Sosyalizmi geniş kitleler nezdinde bir tartışma konusu haline getirmek, popülerleştirmek, üzerine düşünülebilir, konuşulabilir ve tartışılabilir bir niteliğe kavuşturmak, ütopik bir hayal olmadığını göstermek, bir başlangıç noktası olarak düşünülmelidir.
Sosyalizm üzerine konuşmakla Türkiye’nin geleceği üzerine konuşmak artık aynı şeydir ve konuşmaya başlama zamanı çoktan gelmiştir.