Şaşırtıcı görünen haber ise birkaç gün sonra geldi. Türkiye, NATO’nun talebi üzerine Kosova’da görev yapan KFOR’a takviye için bir komando birliği göndereceğini açıkladı.

Kabine ve Kosova

“Seçim” geride kaldı. “Seçtiğimizin seçtikleri” de dün duyuruldu kamuoyuna. Önce birkaç gözlem yapalım Akepe liderinin yeni elemanlarına dair.  

Basının ilgisi daha ziyade Ekonomi, Dışişleri, Savunma, İçişleri gibi alanların yeni sekreterlerine odaklandı ama benim ilk dikkatimi çeken Sağlık ile Kültür/Turizm Bakanlıkları oldu. Akepe Genel Başkanı hastane zinciri sahibinden Sağlık Bakanı, Turizm şirketi patronundan Turizm Bakanı yapma yaklaşımını koruduğunu göstermiş oldu. Ekonomi politikten bağımsız siyasi analiz yapmaya gayret edenlere kötü haber, yeni kabine de patronların borusunun gayet yüksek perdeden öteceğini söylüyor bize önümüzdeki dönemde. Hem de daha Mehmet Şimşek bahsine geçmeden. 

Şimşek’in ekonominin başına gelmesi pek sevilen deyimle “Ortodoks” politikalara dönüşün habercisi olarak yorumlanırken ben daha da “ortodoks” bir görüntüye rastladım üçüncü görev dönemine dair resimlerde. Akepe genel başkanının sağ başına Diyanet İşleri Başkanı, son başına Fener Rum Patriği Bartolomeos yerleştirilmişti. Anayasasından laiklik ilkesinin kaldırılması yanlışlıkla unutulmuş bir ülkede yaşadığımızı anımsamış olduk böylece. Aslında belki de Anayasasız bir ülke demek daha doğru. Seçimlerin yapılış şekli bile yeterli bunu anlamak için.

Devam edelim. Mehmet Şimşek diyorduk. Dış piyasalar pek mutlu olmuşlar filan. Bunun doğrudan anlamı bizim mutsuz olacağımızdır deyip geçiyorum. Yine de önümüzdeki yıl Nisan ayında düzenlenecek yerel seçimlere kadar çok sıkı bir para politikası izleneceğini düşünmüyorum.

Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığı için bekleme makamı olma özelliği değişmemiş anlaşılan. İsmin değişmesi cismi yani TSK’yı değiştirir mi, hiç sanmam. Gelelim tanıdık sulara. Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Hakan Fidan’a değinmeden önce gideni uğurlamak gerek. “Kör ölür badem gözlü olur” tuzağına düşmeden şunu rahatlıkla söyleyebilirim, Mevlüt Çavuşoğlu Dışişleri tarihinin en kötü bakanı olarak tarihe geçmeyecektir. Ondan kötülerini görmüştük. Çavuşoğlu Bakanlığı bilen, tanıyan, sınıf arkadaşlarıyla çalışma olanağı bulan bir Bakandı. Dış politikaya dair bütün kararların başka bir yerde alındığı ve karakuşi adımların uygulama direktörlüğünden ibaret bir kurumda başarı hikayesi yazma olasılığı yoktu zaten ama özellikle başarısız da kabul etmiyorum.

Halefine gelince, Hakan Fidan da bu kadronun dış politika bilenlerinden hiç kuşkusuz. Dışişleri Bakanlığı’yla şu veya bu şekilde yaptığı mesai eskiye dayanıyor. Bu nedenle alana paraşütle inmiş bir şahsiyetten söz etmiyoruz. Çavuşoğlu’na göre bir avantajı Akepe liderinin en yakın çemberine mensup olması. Bu da göreli bir hareket özgürlüğü kazandırabilir Fidan’a. Geçmişte şuna yakınmış, buna yakınmış tezviratının bir anlamı yok. Önümüzdeki dönemde dış politik bağlamda daha çok masada bir Türkiye göreceğiz. Masadan kalkarım, deviririm, çekerim vururum söylemi bir tür “acil durum düğmesi” gibi arka planda kalacak.

Bunun işaretleri seçimden önce de vardı zaten. Erdoğan’ın ilk turdan önce Katimerini gazetesine verdiği demeçteki yumuşak üslubu, yüzme bildiği kuşkulu bir adamın ismini verdikleri sondaj gemisinin Antalya Körfezi’nden çıkamaması gibi örnekler bir fikir veriyordu. Seçimin sonuçları daha resmileşmeden alınan Denizkurdu tatbikatının bu yıl yapılmaması kararını da bu tabloya ekleyelim. Bu noktada belki şu hususun altını bir kez daha kalın çizgilerle çizmemiz gerekiyor: Dış politika seçmen davranışı üzerinde birinci derecede belirleyici rol oynamıyor. Cumhuriyet tarihinde bu kuralın tek istisnası gibi görünen 1977 seçimlerinde dahi sol/sosyalist hareketlerin ideolojik ve fiziki hakimiyetinin en az seçime Kıbrıs Fatihi olarak girmek kadar rol oynadığını söyleyebiliriz. Daha açık bir deyişle dış politikanın seçmeni etkilemesi için ya bir savaş kazanmak ya da kaybetmek gerekiyor. 

Ne diyorduk? Yeni dönemde daha çok masada oturan bir Akepe göreceğiz. Bu olgu salt ABD ve AB ile ilişkilerde değil Rusya ve Ortadoğu sahnesinde de geçerli olacak. Yeni dönemden söz ederken açıkçası ben bir türlü beş yıllık düşünemiyorum. O kadar sürecekmiş gibi gelmiyor. Türk dış politikasının zorlu olmayan bir dönemini anımsamıyorum açıkçası ama bu dönem de bir istisna olmayacak gibi görünüyor. Rusya-Ukrayna savaşı bugün-yarın bitecek gibi değil. Türkiye’nin bu savaştaki konumunu değiştirmesi için Washington/Londra ekseninden ne kadar baskı göreceğini, bu baskıya Brüksel’in ve özellikle de Berlin’in ne kadar katkı vereceğini herkes merak ediyor. Rusya’yı Karadeniz’den sıkıştırma planına Akepe dahil olur mu? Bu sorunun net ve kesin bir yanıtı yok. Kendi adıma yakın vadede bunu beklemiyorum. Bana kalırsa Akepe Türkiyesi’nin sıkışacağı nokta sadece Kuzey’de değil, Doğu’da da çarşı karışık.

İran’dan söz ediyorum. İran’daki Molla rejimi rıza üretmekte zorlandığı bir süreç yaşıyor. İran’ın Suriye, Lübnan, Yemen gibi adreslerdeki varlığı, bu varlığın yarattığı maliyet İran halkına ağır gelmeye başlamış gibi görünüyor. İsrail’i yok etme amacı geniş kitleler bakımından belirli bir cazibe yaratsa da önümüzdeki tablo İsrail’in yok olmak bir yana İran’ın burnunun dibine geldiğini gösteriyor. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un “tarihi” Bakü ziyareti bir gösterge. Bir başka deyişle İsrail artık sadece Ortadoğu’da değil Kafkasya’da da İran’ın karşısında duruyor. ABD, İngiltere ve İsrail İran’ın içinde bulunduğu kritik durumdan ne vazife çıkartabiliriz arayışında olabilirler. Bu planda Akepe Türkiyesi’ne bir rol düşer mi? Önümüzdeki dönemde bu yönde baskılar bekliyorum. Türkiye’nin güvenlik bürokrasisi bu çukura atlar mı? Kavgada yumruğun sayılamadığı bir ortama girilirse olmayacak şey değil. Sonuçta Akepe’nin dış politikadaki şiarı “ezber bozmak”tı. Bırakın Cumhuriyeti, 1639’dan beri Osmanlı Devleti’nin dahi kalkışmadığı bir maceraya balıklama dalması için Erdoğan’a ne vaat edilebilir Batı tarafından? Bir yandan Türkiye’de hâlâ bir miktar devlet aklı kalmış olmasını umut ederken bir yandan da iktidarda kalma refleksinin Akepe’yi nereye kadar risk almaya itebileceğinden emin olamıyorum.

Dış politik sınamalardan başlamışken sofraya yeniden gelen bir çeşitle bitirelim: Kosova. Ben çocukken bir et lokantasıydı Kosova. Bir de tarih kitaplarından öğrendiğim ünlü bir savaşın adı. Türkiye’de yaşayan çok sayıda Arnavut kökenlinin anavatanı olduğunu yıllar sonra fark ettim. Tarihte üç tane Kosova Savaşı var aslında. Osmanlı tarihi meraklıları ilk ikisini ezbere sayacaktır. 1389’ta Sultan Murat’ın kazandığı ve Balkanlarda Osmanlı hakimiyetini tesis eden birincisi. Sırp tarihi bakımından çok önemli. “Yenildik ama ezilmedik” makamından anılıyor her yıl Sırplar tarafından zira Sultan Murat’ı öldürmeyi başarmış bir Sırp asilzade savaş bittikten sonra. İkinci Kosova Savaşı’nın tarihi 1448. Yine bir Sultan Murat muzaffer ancak bu kez ikincisi. Sırplar bunu pek anmıyorlar çünkü ağırlıkla Osmanlı saflarında savaşıyorlar Macarlar’a karşı. Üçüncü savaşın tarihi ise pek yakın. 1999. Sırplar yine savaşın tarafı ama bu kez Türkler yok karşılarında, Kuzey Atlantik İttifakı yani NATO var. Bu savaşın sonucunda yaratılan ama 100 kadar ülke tarafından tanınmasına karşın BM’ye üye olamayan bir devlet: Kosova Cumhuriyeti. 

Balkanların iki güçlü milliyetçiliğinin bugünkü çatışma alanı Kosova. Kosova’da KFOR adıyla bilinen bir NATO “Barış Gücü”  var. Ülkenin kuzeyindeki Mitrovitsa’da çoğunluğu oluşturan Sırplar ile Arnavut yönetim arasındaki itişme zaman zaman alevleniyor. Bu kez çatışma sebebi yerel seçimler. Merkezi Hükümet Sırp adayların seçime girmesini engelleyince Sırplar boykot ediyorlar. Seçimler yine de yapılıyor ve yöre halkının yüzde 3-4’ünün oylarıyla Arnavut Belediye Başkanları seçiliyor. Sırplar da sokaklara dökülüp bunların göreve başlamasını engellemeye çalışıyor, o arada da KFOR güçleriyle kıyasıya çatışıyorlar. 

Çok genellersek Arnavutların arkasında NATO, Sırpların arkasında Rusya var bu denklemde. Yine de çok genellemeyelim ama. Çatışmalar her ne kadar Sırplar ve ağırlığı İtalyanlar’dan oluşan KFOR güçleri arasında olsa da ABD ve AB Kosova yönetimini uyarmayı tercih ettiler geçen hafta. Yanlış okumadıysam AB, çatışma konusu olan seçimlerin yenilenmesini de istedi. Kosova meselesinin nihai bir çözümü ufukta görünmüyor ama Batı’nın şu sıra Balkanlar’da yeni bir savaşı arzu ettiğini düşünmüyorum. Aksine geçmişteki Sırp liderlerinin aksine bir hayli kıvrak bel hareketlerine sahip olan Vuçiç’in (eski basketbolcu zaten) diplomatik deyimle pragmatizminden yararlanma yoluna gidecek ve bir şekilde yangının büyümesini engelleyeceklerdir. 

Kosova’dan çatışma haberleri geldiğinde benimle aynı sahada kafa yoran bireyler gibi benim de aklıma Türkiye’nin ne yapacağı sorusu geldi. İlk tahminim bir arabuluculuk girişimiydi ve saatler geçmeden Akepe genel başkanının taraflara bunu teklif ettiğini öğrendik. Burada bir toparlama yapalım. Türkiye’de çok sayıda Kosovalı Arnavut vatandaşımız var, bunların tamamı Müslüman ama bir yandan da Sırbistan Balkanlarda Erdoğan Türkiyesi’nin en önemli partnerlerinden biri. İnanmıyorsanız en yakınınızdaki herhangi bir lüks kulüpte oturan Sırp mafyası mensuplarına sorabilirsiniz. Böyle bir ortamda arabuluculuk teklifi pek da şaşırtıcı değildi elbette. Şaşırtıcı görünen haber ise birkaç gün sonra geldi. Türkiye, NATO’nun talebi üzerine Kosova’da görev yapan KFOR’a takviye için bir komando birliği göndereceğini açıkladı. Haber bununla da sınırlı kalmadı. Takviye birliğin bölgede Sultan Murat kışlasında konuşlanacağı açıklandı. 

“Hangi Murat?” diye sormazsınız sanırım yazıyı buraya kadar okuduysanız! Yalnız belki şunu sorabilirsiniz: 

“Batı, bu Erdoğan’ı Rusya yanlısı/Batı karşıtı dış politika izlediği için desteklemiyordu hani?”