Cumhuriyet düşmanı akımların 1921’de kendilerine dayanak aramaları sahtekârlıktan öteye geçmez. Sahtekârlığın karşısına 1924’le çıkmaksa Cumhuriyet’i değersizleştirmeye hizmet eder.
Kılıçdaroğlu-Özdağ protokolü çok tartışıldı, ama metnin içerdiği tarih tezini soL portal dün gündeme taşıdı. Protokole göre Türkiye’de “milli-üniter-laik devlet” 1924’te kurulmuş…
Kuşkusuz CHP’nin boy boy sağcıyı Meclise taşıması yetmiyormuş gibi bir de ırkçılara bakanlıklar ve bürokrasinin tepesinde koltuklar vaat etmesi önemli. Ama bunda şaşırtıcı bir şey yok; geride bıraktığımız seçimde, burjuva siyaseti ilkesizlik, içeriksizlik ve gizli kapaklı pazarlıklara dayanmak açısından kendini aşmıştı. Zafer Partisi bedavaya destek verecek değildi ya.
Eksik kalan nokta, sorumluluğun CHP cenahında sadece eski genel başkana yüklenmesidir. “Lider sultası” söylemi insanları aptal yerine koymaya da yarıyor! Siz Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlıklarının, MİT’in sorumluluğunun falan tek kişinin sözüyle ona buna verilebileceğine inanıyor musunuz? Geçiniz. Belli ki, Zafer Partisi’ni olası bir yeni devlet kadrolaşmasına son derece güçlü biçimde yerleştirmek, CHP’nin de kabul ettiği bir proje haline gelmiş. “Ülke bir sağcılıktan kaçmayı becerirse, nasıl olur da yine sağlam bir sağ kazığa bağlanır?” Bu soru sorulmuş ve yanıtı o protokolle verilmiş. Lakin bugün, bunca sağcılıktan sonra solculuğa göz kırpmaktan başka çaresi kalmayan CHP yönetimi, kendini başka bir sorunun önüne atmış oluyor: “Parti kararı” tek kişinin tercihinden ibaretse diğerleri ne işe yarar? “Hiç” demiş oluyorlar!
Bir diğer önemsiz olmayan nokta, Ümit Özdağ’ın ifşası. Ortada sadece tek taraf, yani Kemal Bey açısından değil, açık seçik ve sistemli bir ahlaksızlık var. Gerçi siyasette böyle şeylerin yaşanmasını normal bulanlar çıkıyor, ama ırkçı imzacımızın protokolden övünç duyduğu anlaşılmaktadır. Bunda da şaşırtıcı bir şey yok; sağın bu varyantı meşruluğunu bir güç ideolojisine dayandırmaktadır: Kovacaklar, dövecekler, bağırıp çağıracaklar… Bir sürü koltuğun kendilerine el altından söz verilmesi erkin kanıtı sayılıyor. Oysa olayın kanıtladığı, sağın ahlak duyusuyla bağının kalmadığı!
Kuşkusuz göçmen olgusuna kabadayılıkla yaklaşılması da önemli. Kabadayılığın ilk doğrudan çıktısı memleketin işsizlik ve yoksulluk gibi temel sorunlarının yabancı düşmanlığına bağlanması olur. Patronlara ucuz işgücü sunumundan ve İslamcılığa taban transferinden hareket eden AKP sağcılığı yerine göçmenlerden günah keçisi yaratma politikası… Şaşırtmıyor.
Protokolün gizli tutulmasının nedeniyse “terörle mücadele” pasajının Kürt oylarını kaçıracak olması. Pratikte, seçimle göreve gelen belediye yönetimlerine el koymaya devam anlamına gelen uzlaşmanın “terörle bağlantısı hukuki kanıtlarla sabit olan” diye inceltilmesi bir işe yaramaz. Türkiye’de hukuk kurumunun objektifliği çoktan lağvedilmiştir ve zaten bu ağırlıkta bir suçu olana adaylık vizesi verilmemektedir. Öyleyse, AKP sağcılığından çıkılması olasılığının Kürt siyasetine yaramayacağı siyasal olarak garanti altına alınmıştır. Ama Kürt oylarından vazgeçilemeyeceğine göre açık siyaset yapmaktan geri durulmuştur. Aslına bakarsanız, bunda da yeni bir şey yoktur!
Ama içinde yaşadığımız devletin 1924’te kurulmuş olduğu iddiası ilginçtir. Sağın Cumhuriyet Devrimine karşı açtığı yeni bir cephedir bu. 1924’e tarihlenen belli ki Anayasadır. Böylece İslamcılığın ve Kürtçülüğün 1921 Anayasasına yüklediği anlamın alternatifi icat edilmek istenmektedir. Arada kurucu parti CHP, kendi varoluşunu bir kez daha balkondan atmış olmaktadır.
Türkiye’de “ulusal, laik ve üniter” devletin 1924’te kurulmuş olduğu tezi, önce 1923’te ilan edilen Cumhuriyetin, sonra Ulusal Kurtuluş Savaşını ve Meclis hükümetini içeren 1919-1922 döneminin, en sonu 1908 Devriminin itibarını tırpanlar. 1924 önemsiz değildir, ama tarihsel bir dönüşüm sürecinin basamaklarından yalnızca biridir. Türkiye’nin modernleşme ve aydınlanma tarihinin orasından burasından çekiştirilmesiyse tipik sağcılıktır. Cumhuriyet düşmanı akımların 1921’de kendilerine dayanak aramaları sahtekârlıktan öteye geçmez. Sahtekârlığın karşısına 1924’le çıkmaksa Cumhuriyet’i değersizleştirmeye hizmet eder. Tartışmalarda yeterince karşılık bulmayan ilgili protokol cümlesi, AKP’nin yolun sonuna gelmesi durumunda ülkenin bağlanacağı yeni sağ kazığın Cumhuriyet’i kemirmekten asla vazgeçmeyeceğini anlatıyor.
Peki, doğrusu nedir ve biz nereden bakarız? Ortada, eksiğiyle fazlasıyla bir devrim vardır ve sol bu devrimin herhangi bir anını yüceltmek yerine bütününe sahip çıkar. Bütünün adı Cumhuriyet’tir. Bu Türkiye’nin, emekçi halkımızın ve solun gerisine düşmeyeceği, kurda kuşa, yobaza sahtekara yem etmeyeceğimiz tarihsel kırmızı çizgimizdir.